Cuma, Haziran 30, 2006

Nereye kadar "sinema" ?!

merhabalar sevgili kusmuk okuyucuları. bu gün yine dönüm noktası olabilecek bir karar ile karşınızdayım. buraya genelde hep sinema ve dizi ile ilgili yazılar yazdım. belki de tek sayılabilecek en büyük hobim olan sıkı bir sinema seyircisi yönümün dışa vurumuydu bunlar. ama kusmuk ?!* başlıklı yazıya bakarsak sinemadan daha çok şeyin mevzu bahis olacağı sezilmiş olabilir.. evet, sinemaya takip etmek manyak bir keyif ama nereye kadar ?!.. biz sinema seyircileri sürekli film mi izliyoruz. ya da küçükken annemiz bizi boş bir cami avlusu bulamayınca bir sinemanın önüne mi bıraktı ki sürekli sinema konuşalım?.. tamam ben yine fırsat buldukça sinema gözlemlerimi paylaşacağım ama biraz da artık bizim sinemamızdan yani senaryosunu yer yer beğenmediğimiz, deneyimlediğimiz hayattan bahsetmek lazım. bir çok filme taş çıkartırcasına ne enteresanlıklar oluyor çünkü bu filmde. üstelik başrolde de bizler varız..

başlangıcı bilmiyorum ama bilincimi hem rahatsız edecek, hem de şaşırtacak bir dizi enteresan rastlantıları, acaip aksilikleri, ying-yang felsefesi ile destekli kelebek etkilerini hissetmeye, yaşamaya başladım. okuduğunuz bu satırları yazdığım andan ortalama 2-3 ay kadar öncesinden beri de "ben bunları insanlarla paylaşsam mı acaba" diye de düşünmeye başladım. çünkü artık kontrol dışı bir sıklıkla karşılaştığım olaylar sillisesinin günü geldiğinde yer kabuğunu bile çatlatacak düzeyde kaosa neden olabileceğini düşünüyorum. ve yeri geldi mi bunun sorumlusunu... yani beni rahatça bilim-adamlarına teslim etmeniz için ve güzel bir araştırma raporu oluştursunlar diye bir nevi mimleme kararı aldım..

şablon başlığını henüz bulamadığım... ama bulduğum an; bir numaralı örneğini yazacağım bu konu kategorisinde; karşılaştığım iyi kötü ilginç rastlantıları, kelebek etkilerini birbiri arasında değer karşılaştırması yapmadan burada paylaşacağım.

Çarşamba, Haziran 21, 2006

Muhsin Bey

"ağlamakla, inlemekle ömrüm gelip geçiyor. devası yok, garip gönlüm günden güne, ah, eriyor."

girişiyle başlayan filmi yıllar sonra (galiba) 2. kez izleme fırsatını bulabildim... zamanında izlenen şeylerin yıllar sonra (nesil geçişi de diyebiliriz..) tekrar izlenildiğinde ilk keyfini vermemesi olasılığı bu sefer olmadı. filmden eskiden olduğu gibi (hatta daha da fazla..) keyif aldım.

türk sineması içinde "beyefendi" diye sayabileceğimiz bir film.. filmin içindeki dünyada (hemen sevinmeyin orası malesef türkiye) yaşayan insanlar arasından "beyefendiliği" ile sıyrılabilecek olan ve günümüzde pek eşi benzeri olmayan ütopik Muhsin Bey karakteri. onun beyefendi duruşu filmin kendisine de sinmiş. bir insan çiçekleri sularken bile bu kadar zarif olabilir mi yahu.. zaten filmin genel havasını da en iyi anlatan sahne filmin sonlarına doğru hapisten çıktığında eski evine gelip ölü çiçekleriyle konuştuğu anlara aittir..

bu filmi zamanında izlemiş "bilinçli" seyirci acaba o yıllarda neler düşündü bilemem ama film yıllar sonraki ülkenin müziğinin geldiği noktayı, ta o zamanlardan bilmiş gibi sanki. nedir değişen ? sadece biraz daha makyajlandı biraz daha evrenselleşti.. o zaman eli titreyerek son kuruşunu şarkı yarışmasına uzatan kişiler şimdi tivilerde juri karşısında çağın getirdiği türlü türlü yarışmalarda aynı kaygıyı.. basitliği.. yapaylığı sergileyerek türk müziğini kanatmaya devam etmiyorlar mı sanki ?!..

yoksa Yavuz Turgul geleceği mi hissetti gördü ve kamerasına yansıttı.. galiba öyle oldu. bunu da filmde; yıllar sonra eşkıya'da yine bir çatı üzerinde rastlayacak olan şener şen ve uğur yücel'in sahnesiyle seyircinin gözüne gözüne soktu. muhsin bey'in intiharın eşiğindeki ali nazik'e "bunu başaracağız.. ben bir adım geri geleceğim, sen bir adım ileri.." sözleri ile mimledi. notasıyla, sülfajıyla, şusuyla busuyla gerçek türk müziği bir adım geri geldi ve ali nazik'lerin lahmacun müziği bir adım ileri atladı...

Pazartesi, Haziran 19, 2006

Ben de sizi bekliyordum bay bond...

geçtiğimiz cumartesi sinemada siyah beyaz bir fragman girdi... üstelik TÜRKÇE dublajlı. allah allah bu nedir yahu yoksa sin city 2 falan mı derken sonradan renkleniyor tabi.. ve M karakterini görür görmez zaten anlıyoruz bunun James Bond filmi olduğunu..

yoksa gözler pierce brosnan* görmeden kavramak zor yani.. ee alıştık bir kere adama. "ayırdılar bizi ondan olacak iş mi" derken yeni bond'umuz yani Daniel Craig* amca beliriyor M karakterine inceden bir ayar verirken..

olucak mı yoksa bu yav falan derken ünlü tema müziğimiz teşrif ediyorlar.. hani olur ya böyle artık zihinlerde kazınan bazı serilerin değişmez ana tema müzikleri fragmanda ortalara doğru esas-oğlan tadında beliriverir karşımızda.. artık biliyoruz bu raconu diye bekliyorum yani kollarımı birbirine kavuşturmuş bir vaziyette. bi ağzımda pürom eksik o derece.. neyse işte beklentisi kadar etkilemiyor ama müzik.. o yüzden "seri filmlerin ezberlenmiş tema müziğinin fragmanda belirme anı karizması" ödülünü "görevimiz tehlike 3"'e veriyorum ben..

bu bond'un sanki biraz pierce brosnan'da fazlasıyla olan... o takım elbiseyi taşıyabilecek centilmenlik durumu eksik gibi. bir o hissediliyor. bu biraz daha yırtıcı bir tip.. aksiyon'a iyi gider ona lafım yok ama o takım elbiseyi nasıl taşıyacak göreceğiz. yoksa öyle tahmin ettiğim bir hayal kırıklığı yaşamadım ben. çok itici gelmediğini itiraf edebilirim..

neyse efenim perdede yönetmenin adı (Martin Campbell*) belirince de şöyle bir düşününce "benim" yüzüm güldü açıkcası. adamımızın mazisinde zaten bir bond filmi (goldenEye*) varmış. sonra antonio'lu banderas'lı benim tadına doyamadığım 2 zorro** filmi de kendisine ait. ve vertical limit. * bunlar bana yetti diye düşünmeyi kesiverdim..

zaten fragman da bitti o sırada...