Cumartesi, Eylül 24, 2005

Hotel Rwanda

hotel_rwanda
geçtiğimiz istanbul film festivalinde "sinemada insan hakları" kategorisinde gösterilmişti... kaçırmıştık... neyseki kaçırmak istemeyenler için dün vizyona tekrar girdi film...

bence bu şansı geri tepmeyin... ve bu filme mutlaka gidin...

film esnasında ve film sonrasında aklıma ilk gelen düşünce, böyle bir filmi acaba bizim ülkemizde çeksek... çeken adamın üstüne nasıl gelirlerdi acaba... düşünün türk-kürt tabanlı ve bu tarzda işlenen bir film... hotel rwanda'ya üzülen... ağlayan... insanlara acıyan... seyirci; bizim filmimizi izledikten sonra... tüm hotel rwanda seyri sefasını anında unutup... tıpkı hotel rwanda'daki "nefret" güdüsüyle... acaba ne derece çılgınlaşabilirdi... kısacası... sahteyse tüm bu üzüntüler... bence ağlamaya bile gerek yok... harcamasın kimse gözyaşlarını... belki ilerde ! içme suları kesildiğinde... içmek için gerekebilir nasıl olsa...

don cheadle'den muhteşem bir performans... konuk oyuncu olarak jean reno ile joaquin phoenix'i görmek olası...

duygu sömürüsüne girmeden ve olayın çarpıcı anlarını gözümüze sokmadan adam gibi anlatacağını anlatan bir film olmuş. ırkçılık mevzusu üzerine... insanı düşünmeye sevk edebilen bir film. düşününce insanları ne kadar saçma nedenler ile kışkırtıp birbirine düşürdüklerini görüyorsunuz. yani ufacık çocukların oyunları gibi "sen uzunsun geç" "sen kısasın kal" tarzı tekerleme tabanlı (ooo piti piti...) bir kategorileştirme... kategorileştirme sonrasında da "oyun başlasın" heyecanı ve o heyecanı bir takım çevrelerin ellerinde viskilerle kutlarcasına izlemesi... ortada hiç birşey yok... tıpkı kürt-türk gibi aslında rahatça birlikte yaşayabilmesi gereken insanları ayırıyorlar... cahilliklerinden ! yararlanarak kızıştırıyorlar... ve sonra katliam başlıyor... filmde sözü geçtiği gibi.. saf ve masum bir duygu olan "nefret" en büyük zaaf olup çıkıyor... insanların cehaletlerinden fırsat bilip (matrix'deki cypher'ın dediği "cehalet, mutluluktur" sözü genişletebilinir bu durumda ve kişisel cehalet, başkalarının gerçekten sanal-mutluluk kaynağı olabilir) onların nefretleri okşanıp geride milyonlara varan büyük üzüntüler yaratılması çok üzücü...

film boyunca... aslında hiç birşeye yaramayan BM güçlerinin oradan oraya etkisiz eleman gibi koşturup durması çok sıkıcı bir kazıktı... tabi dengeli bir film olduğu için siyasi konuları yanından geçer gibi yaparak gösteriyor ve kendi kişisel yardımsever kahraman hikayesine yoğunlaşıyor.. bu yüzden gözleri yaşartan bir film uyarısını da yapayim... gözlerin yaşarmaması mümkün değil... ki bazı kilit sahneler mükemmeldi... ufak bir çocuğun "bir daha tutsi olmayacağım nolur affedin, uslu olacağım nolur bir daha tutsi olmayacağım öldürmeyin beni!" tarzındaki af dileme sahnesi... gazeteci herifin canını kurtarmak için otelden ayrıldığı bölümde... arkasından gelen bir zencinin ona şemsiye tutması ve onun "aman tanrım... utanıyorum... gerek yok lütfen..." demesi gibi...

son zamanlarda izlediğim en "tokat" gibi filmlerden birisiydi...

Cuma, Eylül 16, 2005

[festivalden] duygu dolu "Eve Dönüş"

018
resmen gözlerim doldu ya. hüngür hüngür ağlamak istedim. sonra festival arkadaşımdan çekindim. gerçi onun da benden farklı bir hali yoktu. film bitince koltukta kalıyorsunuz öyle hareketsiz. zaten yerinizden kalkıp sokağa, o sahte, maskeli, süper rol kesen ama aslında berbat birer oyuncu olan insanların arasına girip bu büyüden uzaklaşmak istemiyorsunuz.
böylesi etki bıraktı film bende. saygıdeğer dostumuz fnb47'ye ikinci kez teşekkür etmek istiyorum(z), bu filmden özellikle bahsedip, gitmeme neden olduğu için. çünkü;
bu öyle bir şey ki ben bu filmi izlememiş olma olasılığımdan bile bahsetmek istemiyorum. çok kötü bir şey olurdu. bu filmden bihaber bir şekilde yaşama devam ediyor olabilirdim haberini almasaydım, festivali duymasaydım. kendi adıma büyük kayıp olurdu buna eminim. şimdiden ilk onuma aldım bu filmi. salondan çıkarken mutlaka bir şekilde elde etmeliyim diye düşünürken edememe olma ihtimaliyle korkuya kapılmıştım. çünkü filmi 35mm olarak izlememiz "acep kopyası yok mu satış amaçlı" diye bir düşünceye kapılmıştım. neyse ki evde yaptığım araştırma sonrası dvd'si mevcut bilgisine ulaştım. yani sadece izlemiş olmak bile büyük bir haz ama bana yetmiyor açıkçası. çünkü;
yapay hayattan, rol kesen insanlardan, sahte duygulardan kusarcasına tiksindiğim anlarda bu film bana anti-kıymık etkisi yaratacaktır eminim. paragraflar arttıkça beklentinizi yükselttiğime eminim ama böyle bir idealiniz varsa şimdiden durun. çünkü;
aslında filmde hiç bir şey yok. "hiçbir şey" hakkında bir film edasında işte o kadar temiz, sade, saf, masum yani salt insansı bir film. hiçbir efekt yok, çok nadir müzik var ve filmin geneli düşünüldüğünde çok az diyalog var. işte tüm bu yoklara rağmen sanki tüm bu yoklarla alay edercesine kocaman aslan gibi bir etki var filmin sindirimi sonrasında. amabu herkes için geçerli olmayabilir. aşka, insan ilişkilerine, uzakdoğuya bakışınıza göre alacağınız etki değişebilir. ama özellikle "insansı" şeylerden yana iseniz ilaç gibi gelecektir.
021
Ziyi Zhang'dan bahsetmeden geçmeyi asla düşünmüyorum. zaten bu kıza "kaplan ve ejderha" ile "hero'dan" dolayı ilgim vardı ama şimdi bu "ilk" filmi ile daha bir hayran kaldım. ya bu nasıl bir kızdır, üzerindeki o anlam verilemeyen büyüden midir nedir bilmiyorum ama rol yapma kavramı bu film için söz konusu bile olamaz. çünkü bu rol yapmak değil adetayaşamaktır. sanki gerçekten bu kızın yaşadığı şeyler bunlar ve kız hayatını yaşarken onu gizlice kameraya almışlar da biz de onu izliyormuşuz duygusuna kapıldım. başka şekilde ifade edemem bu olayı. o bakışlar, o gülümseme, o merak, o hüzünlenme anca bu kadar saf olur. onu hayran kalıp takdir ettikçe zıttı olan dışarıdaki sahte maskelilere iğrenmem bir o kadar arttı. böylesi olmalı, böylesi verilmeli, hissedilmeli bu hisler. merkezi örnek bu olmalı.
hero'nun da yönetmeni olan zhang yimou'dan , izlerken bitmesini hiç istemediğim, beni allak bullak eden, yıllarca unutamayacağım, 10'da 11'lik, eksiği çok ama fazlası daha çok olan bir film oldu eve dönüş.

bu film, şu film, o film

bazı filmlerden bahsederken sanki yeni izlemişim gibi gelebilir size. ama araştırdığınızda vizyonda bile olmadığını görünce şaşırmayın. çünkü eskiden bir “blog’um bile yok anlıyor musun anne” şarkıları söylerken; zaman zaman izlediğim filmleri başka ortamlarda yorumluyordum. şimdi bir blog’um olduğu için, bu çok özel hisler hissettiğim filmleri blog bünyesine almamam düşünülemezdi. bilginize…

Perşembe, Eylül 08, 2005

Carrie

carrie-se_shot3l

stephen king...

bu adamı seviyorum ya. gerilim ve korku alanında kalemi cidden ilginç şeyler yaratabiliyor. adam hastalanıp hastaneye düştüğünde bile "hastane" tabanlı bir gerilim-korku hikayesi yazıveriyor. kısaca stephen king uyarlamalarının ayrı bir yeri var gözümde.

brian de palma...

bu adamın da tarzına hayranım. ekranı ortadan ikiye bölmeler falan. resmen
onun imzası gibi.

neyse filme geçersek;

carrie..
izledikçe, filmi yarıladıkça çok ağırdan gerilimin havasını ortama salgılamaya başlıyor ve buna rağmen gerilimi çıkarttığımızda ortada kalan öğeleriyle bile hiç sıkmadan izlenilen bir film bırakıyor. kızın sürecini merakla takip ettim. sonunda olayların katliama dönüştüğü, kanlı sahneden az önce çalan müzikli sahne, yani filmin kilit noktası güzeldi. o mutlu müziğin ne zaman bozulacağını gerilerek bekledik. ve akabinde beklenen gerçekleşti. gerilim sonlandığında geride insan kalmadı. artık jeneriğin an ve an geleceğini düşündüğümüz, kollarımızı başımızın arkasına uzatıp kendimizi esnettiğimiz finalde ise bombasını patlatıp giderayak germeyi başardı film.
ayrıca filmde john travoltayı görüp bol bol canımız "grease" çekti durdu...

orta-üstü bir film. kitabını okumadım. ne kadar sadık onu bilemem ama duyduğuma göre stephen king'in en çok sevdiği uyarlama buymuş.

Salı, Eylül 06, 2005

Beş dakika daha..

man_sleeping

sabah zili çaldığında, bilinçlenme artık nasıl bir hızla harekete geçiyorsa; eliniz çalan saati durdurma ve o iğrenç uyanış çanının o iğrenç sesini -ki buna ses demek çok masum olacaktır şayet adeta beyne periyodik olarak saplanan oklar gibidir- ortadan yok etmek için uzandığında daha kolunuz hedefe varmadan bilinciniz çoktan atı alıp üsküdar'a girmek düzeyine ulaşacaktır. ve kolunuz halen hedefe doğru hareket ederken o an fark etmiş oluyorsunuz, o ses ile sonuna yaklaştığınızı. yani o tatlı yatay dinlenme -ben buna demlenme de diyorum- durumunuz dikey zorunluluklar tarafından tecavüze uğrayacağından dolayı uykunuzun sonlanacağını.

ve bu talihsiz başlangıcın, bu dikey sebeplerin israfil'in ağzındaki düdüktür sizin sevgili çalar saatiniz. sevgili dediğime bakmayın ama. hani derler ya bir kaşık suda boğarım diye işte benim içinde çalar saatlerin öyle bir manevi değeri vardır. hatta multi milyarder bir insan olsam her gün bir saatin helvasını yiyebilirdim duvara fırlatmak suretiyle sesini keserek.

elinizin hedefe yaklaşmasına ramak kalmıştır. bilinç artık her şeyin farkındadır. ve bu aşamada artık isyankârlık başlar. için için isyan edersiniz, gözleriniz bu çirkinliği görmek istemez, ki zaten istese de açılmaz bir türlü uykunun cazibesiyle karışan isyankarlık yüzünden.

durmalıdır bu saat, susmalıdır her şey, konuşmalıdır sessizlik ve her şeye göğüs germişçesine bir eda ile yorganın kenarından tutup diğer tarafa dönmek istersiniz, dönerken de yorgan tüm vücudunuzu sarmalıdır. ve siz o anki kayıp iki üç saniyeye acımadan tüm bu sesleri affedip derin ve sonsuz olduğuna inandığınız, tadına hiç doymak bilmediğiniz, için için içtiğiniz bu rüyasal dünyanıza geri dönersiniz. tabi tüm bu rahatlık sadece temennidir. belki de uyku sonrası uyanma evresindeki başka bir düştür. aslında o anlık hayata karşı yaptığınız eş zamanlı isyankârlık ile yalvarış ortaklığıdır. hiçbir zaman işler iyi gitmediği için burada da iyi gitmeyecektir çünkü.

saati büyük bir nefret ile susturursunuz. işte tam o noktadan sonra işler biraz daha garipleşir, allak ile bullak tarzında ilerlemeye çalışır. saat susmuştur ve onunla işiniz bitmiştir. zaten aslında ona o kadar da düşman değilsinizdir. sonuç itibariyle o sadece amacı gereği olan, yapması gereken bir işi yapmıştır. zamanı geldiğinde deli gibi çalmayı.
evet. çalmak !... düşününce ne kadar da kara mizah var bu saatlerin isimlerinde değil mi? ya masum bir rastlantı ya da hayatın apayrı bir dalga geçme yöntemi. her ne olursa olsun saat çalmaya başladığında hem görevini yapmakta hem de yatay demlenme halimizden her seferinde bir parça daha koparmaktadır. böyle bile olsa ona cidden o kadar düşman olamıyorsunuz. ne de olsa onu siz programladınız. yoksa o öylece duracak masanızda ve yelkovan akrep kardeşliğinde pilinin yettiğince zamanı gösterecekti. onu siz programladığınızdan asıl onu programlamanıza sizi zorlayan nedenler topluluğuna kızgınsınızdır. işte bu yüzden dünya üzerinde binlerce saatin neslini tüketiyor insanoğlu duvara fırlatma şeklinde. saatlerin suçu yok. ama ne yazık ki o an sadece yanımızda onlar olduğu için ve bas bas bağırıyorlar diye onlardan alıyoruz tüm hiddetimizi. aslında olaya doksan derece farklı açıdan bakmayı başardığımız an, o saatin bize "uyan" mesajı verdiğini görebileceğiz. fiziksel uyanmanın ötesinde bir uyanmak tabi bu !...


saat sussa da halen yataktasınız. kollarınız başınızın altında gözleriniz evin tavanında. sessizlik ne kadar devam etse de artık hiç kimseyi kandıramazsınız. hayat başlamıştır artık. birazdan sebebi ne olursa olsun o yatak boşalacak ve git gide soğuyacaktır. bu kaçınılmazdır. yapabileceğiniz tek kendinizi kandırma hareketi "beş dakika daha" sendromudur. normalden daha çabuk biter üstelik bu beş dakikalar. ve hiç isteğinizin de biteceği yoktur beş dakikalar adına. "beş dakika daha, ya bir beş dakika daha, dört dakika oldu hani benim bir dakikam" gibi tepkimeler ile hayatınızın zamanlarından çalmaya başlarsınız. tabi daha sonra bunu çok acı bir şekilde ödeyeceksinizdir. çünkü ödemeniz gerekecektir. dengelemek adına bu şarttır. hep tatlı hep tatlı olmaz ki ama. tatlı uyku da bir yere kadardır. biraz da bunu ödemek için acı gerekecektir. ve istemeseniz de o acı sizi bir şekilde bulup o beş dakikaların hesabını soracaktır. sakın düşünmeyin.kaçamayacaksınız çünkü hiçbir şekilde.

artık kendi bünyenizle, isteklerinizle, isyankârlık ve yalvarışlarınızla olan tüm çekişmeleriniz, tüm o seyri tavan haliniz ve beş dakikalık mutluluklarınıza ara vererek yatağınızın kenarına oturma pozisyonunu almıştır bünyeniz. gözler artık tavanda değil yerdeki çoraplarınızdadır. eller iki yandadır. vücudun kan dolaşımı daha sabit hale geldikçe düşsel döngü git gide uzaklaşırken, o mutluluk hali çaresizlik ile silah zoruyla yer değiştirecek ve böylece hayatın gerçeği daha da netleşecektir. netleştikçe de yüreğinize oturmaktadır. ve siz bir kere ayağa kalktığınız zaman aslında tüm gün o yüreğinize oturan ağırlığı da taşıyacaksınızdır.

saniyeler geçtikçe; iyice varlığını belli eden gerçekleri ve dikey zorunlulukları gördükçe her şey o kadar acı gelmeye başlasa da bir şekilde ayağa kalkmak zorunda olduğunuzu anlarsınız. ruhunuz iç dünyanızın dağlarından intihar edercesine çığlıklar atsa da bir küstah gibi onu duymazdan gelip fiziksel dünyadaki köleliğe doğru giden yolda artılar ile eksileri birleştirip enerji üretmeye başlarsınız bir pil şeklinde. ayaktasınız ve yatağınız adeta uçurumun kenarında elinizden son anda kayıp aşağı düşen, düştükçe de gitgide gözünüzde ufalan bir varlık gibidir. ne yazık ki yapacak hiç bir şeyiniz yoktur. çünkü aslında gece saati programladığınız gibi sizinde programınız işlemeye başlamıştır. bu yüzden hayata adım atmaya başladıkça aslında içinizdeki "beni" çiğner geçersiniz tüm acımasızlığınızla. ve o an anlamı olan tek şey tüm bunların tekrar edeceği gerçeğidir.

işte ben her sabah böyle uyanıyorum birçoğu gibi. şu an tüm bu düşünceleri unutmak istiyorum. umurumda olmasın istiyorum. o yüzden lütfen beni, az sonra üzerinden çiğneyip geçeceğim "ben" ile yalnız bırakın. çok fazla bir süre istemiyorum. sadece beş dakika daha…