Pazar, Aralık 31, 2006

infazı bekleyen militanlar...


kurban kanının kırmızısını simgeleyen bu şişeleri 2006-2007 geçiş sürecinde tüketmeyi düşünüyoruz.. fişleri çekilecek bu gece.. idam mangasını bekler gibi sıraya dizildiler. gözleri de kapalı.. [resmin büyük hali için >1tık<]

Perşembe, Aralık 14, 2006

Rastlantılarım serisi No:3

Image Hosted by ImageShack.us

"nereye kadar sinema" demiştik* ve rastlantılardan, kelebek etkilerinden, tesadüflerden örnekler vermeye başlamıştık. geldik üçüncü örneğimize...

aslında bahsedeceğim gösteri hakkında bir yazı yazmayı düşünüyor ve bunu haliyle bu pazar (17 aralık) günü Şeb-i Arus etkinliği'nden* gelince yaparım diye düşünüyordum.. tabi olmadı.. ve bu yazının yazılmasına neden olan olaylar gelişti..

böyle bir etkinliğe gitmek şurda dursun, yapıldığına dair bilgim bile yoktu.

ta ki geçenlerde arkadaşım Justice'in* anet haber gruplarında Kudsi Erguner'in Cemal Resit Rey'deki konserinden bahsetmesi sonucu ona yazdığım şöyle bir;

"şu "ney" artık nasıl bir meret ise.. ona canlı muamelesi yapıp önünde saygı duyup başımı eğebileceğim ender müzik aletlerinden birisidir adeta. çok huzur verici, arındırıcı enteresan bir organizmadır bence kendisi..

konuyla ne kadar bağlantılı olacak bilmiyorum ama... hangi dizide / filmde gördüğümü şu an hatırlamıyorum gerçi... bir sahnede karakter cami diye hatırladığım bir mekana gidip oturup oradaki "semâzen"lerin gösterilerini izliyordu. düşününce hiçte fena görünmüyor, olsa (belki vardır) gidip görsek falan epey rahatlatıcı gelebilecektir insanlara.. aslında araştırmak lazım
böyle şeyleri..
"

durum bildirisi ve temenni sonucu kendisinden Cemal Reşit Rey'de 17 Aralık'ta böyle bir gösterinin gerçekleşeceği müjdesini duyunca, büyük bir sevinçle ona şöyle bir;

"aaa çok güzel ya.. yani böyle bahsedip ardından rastlamak pek geri çevirirsem ayıp olacakmış gibi bir hisse büründürdü beni. evdekileri bi sorgulayayim ben, buna gidelim ya. tarih güzel, saat o kadar kötü değil. fiyat güzel. gerçi artık dark tarafın daha ilgi çekici olduğunu düşünen, biraz da kötü olmak lazım diyen, ona göre seçimler yapan bir insanım ve böyle birşeye gitmem paradoks yaratabilir ama koskoca Mevlâna zaten "Gene gel! gene gel! Her ne isen gene gel!" demiş yani, benim gibi olanlara bile krediyi vermiş adam, gönül rahatlığı ile gidebilirim. hiç olmazsa gelecekte çekmeyi düşündüğüm Mevlâna ve semazen merkezli stilize-tekno-bilim-kurgu filmimin eksizlerini kafaya yazmak için uygun bir ortam olmuş olur.. teşekkürler..."

cevap yazıp bu gösteriye gitme planlarıma başlamıştım...


haftabaşı baktım biletix'den alamıyoruz biletleri. aslında alıyorduk ama hep en arka sırayı veriyordu tekrar tekrar satın-alma denemeleri yapmama rağmen.. üstelik uyarı olarakta biletix sitesinde "tavsiye ettiğimiz listelenmiş numaralar salonun en uygun/güzel yeri olacaktır" yazıyordu ve her demememde "nasıl yani ya" şeklinde kaygılanmama neden oluyordu..

neyse böyle olmayacak diye aynı günün akşamı taksim'den crr'e kadar yürüdüm bizzat
gişesinden seçerek biletlerimi alayım diye..

görevliye "şu şu olaya 6 bilet lütfen" dediğimde, bana ekranı çevirip o etkinliğe sadece bir tane yer kaldığını gösterdi. kalan yerin rengi de matrix yeşiliydi ve en arka sağ köşeydi.. :)

olasılıksal olarak diken üstündeydim, herşey pamuk ipliğine bağlıydı.. ya (1) hep içimde olan böyle bir etkinliğe karşı "olsa da gitsek" temennisine rastlantısal olarak Justice'nin etkisiyle fırsat bulduğum için... (2) kalan koltuğun renginin matrix yeşili olmasını ve (3) o an solumdaki camdan oluşan giriş kapısının saydamlığından dolayı görebildiğim karşı kaldırımdaki reklam panosundaki "banka kartının ilerisi Neo !.." yazısını Mevlâna merkezli bir kutsal işaret olarak algılayıp... kalan 5 kişiyi sallayarak o bileti alacaktım..

yada bunu yukarda bahsettiğim "biz dark olalım diyoyurz, Mevlâna bize şans sunuyor.." şeklindeki konuya inat bir durum olarak kabul edip, Mevlâna bana "gel" dedi demesine ama, kapıya vardığımda "hadi şimdi defol git gözüm görmesin seni" diye düşünecektim..

ve ben ikincisini yaptım. :) evet galiba gerçekten bir şekilde kötü olmamız gerekiyor.. ben bugün buna biraz daha yaklaşdığımı (daha doğrusu yaklaşmam gerektiğini.. ) anladım.

metroda eve dönerken bunları düşünürken elimdeki CRR aralık program kitapçığına bakıyordum. kitapçığı hayal kırıklığı gişesinden almıştım ve onun kapağında da sadece, hemen hemen hergün bir etkinliğin gerçekleştiği CRR'deki bu gidemediğim etkinliğin kocaman bir resmi vardı.. ne kadar ironik değil mi?..

metroda ayrıca zencili + çinli içerikli ayrı bir rastlantım daha oldu. o da; eve gelip izlediğim smallville bölümünün içeriği ile yine aynı pamuk ipliğiyle bağlıydı ve smallville'in sonundaki Lex'li diyaloglu bölüm de benim bu "kötülük" kararımla uyuşuyordu.. o hikayeyi de başka bir rastlantılarım serisi'nde anlatayim artık :)

bir önceki rastlantıyı okumak için sondaki yıldıza tıklayabilirsiniz.. -> *

Pazartesi, Aralık 04, 2006

Saw 3 / Testere 3...

Image Hosted by ImageShack.us




geçtiğimiz haftasonu sinema günü yaparım diye sinemaya gidip testere'yi mi babel'i mi önce izleyeyim diye kararsız kaldım ama sonunda testere'yi önce izleyip gerim gerim adeta şiddete doyup, çoştum ve ardından Babel ile de günah çıkardım.. :)

film daha en başında lions gate firmasının logosuyla kendi pis atmosferine çekiyor izleyiciyi.. saw'ın yarattığı (yaratmak belki fazla iddialı olur.. saw'ın günümüze uygun bir şekilde makyajlayıp hortlattığı diyeyim..) (hostel'in devam ettiği) bir tür var artık.. böyle bir türe ait olan testere 3'ü zevk alarak izledim. beğendim. gerçi böyle bir türden keyif almanın ardında psikolojik ve sosyolojik durumlar olabilir buna "hadi canım sen de" diyemem.. sonuçta izliyoruz ve birilerinin ölüm sahnelerinden, kan, organ fışkırmalardan yer yer yumruk sıkacak kadar gerilsek dahi vazgeçmiyor, filmi beğenip sevebiliyoruz. zaten Gore kültürünü bilirsiniz. uzakdoğuda da oldukça yaygındır taa ichi the killer'i falan düşünün.. testere gibi bir filmden keyif almak normal midir anormal midir diye ap-ayrı tartışma konuları açılabilir.. açılsın.. tartışalım yani.. not olarak bu filmi amerikada vizyona girdiğinde 3 günde 3.5 milyon kişi izlemiş. ekleyeyim..

konu güzel..

senaryo güzel.. yine son dakikalarda koca bir bulmacanın çözülmesi gibi bölümler geçerken acaip bir tatminlik hissi ile "vay anasını be" diyerekten kalıyorsunuz. ama bir film biterken kendimi bu kadar rahatsız hissetmemiştim.. acaip bir huzursuzluk duydum..

görsellik oldukça güzel.. ki artık geçiş sahneleri şu bu falan da yaratıcı, farklı bir tarz haline gelmiş testere bünyesinde. ve daha önce filmi izleyenlerden duyduğum "sahneler fazla karanlıktı" mevzusunun filmde oldukça az bir sahnede (aslında tek sahnede var.. filmin başında sadece..) olduğunu söyleyebilirim. ve o kadar da kötü değil. tamamen bilinçli olarak yapılmış ve izleyiciyi o durumun (atmosferin) acımasızlığına hazırlamak için düşünülmüş bir oyun bence.. yani hiç rahatsız olmadım ki zaten gelip geçici kısa süreli bir sahne idi..

müzik desen gaza getirici ve rahatsız eden sahnelerde gerilimi yükseltici özelliğine sahip. ki testere'nin artık ezberlenen şu ünlü parçasını unutmayalım. yazının başındaki player'dan çalarak dinleyebilir, bu yazıyı filmin atmosferine en yakın psikolojide okuyabilirsiniz :)



ve serinin en kanlı bölümü bu olmuş. oldukça fazla parçalama, koparma, kan sahneleri mevcut. uzun süredir böyle hamam seansı gibi bir durum hissetmemiştim sinemada. hani hamama gidersiniz ve saatlerce kaldıktan sonra dışarı çıktığınızda hafiflemiş, üzerinizden birşeyler atmış, birşeyleri geride bırakmış hissedersiniz ya şu an bile (üstüne babel izlediğim halde) testere'nin böyle bir etkisi var üzerimde..
ha unutmadan işte bu yüzden özellikle ilk yarıda dışarı çıkıp mısır alan obur izleyicinin elinde patladı o mısırlar ve acaip keyif aldım hehe.. (mısırın da talihsizliğiymiş bu. sen pişerken patla falan.. sonra gel filmde filmin sahneleri yüzünden talihsiz izleyicinin elinde tekrar patla..)

özellikle hoşuma giden bir tarafı da kendinden önceki ilk 2 filme ait olayları da ele alması, o filmlere dönüşler yapması ve yeni sahnelerle o hikayeleri derinleştirip bize birşeyler öğretmesi idi. tamamlayıcı özelliği var bu filmin diğer filmleri. öyle "son durak" tarzı bir seri durumu yok yani.


spoiler başlıyoooooooooo.......

spoiler başlıyoooooooooo.......

spoiler başlıyoooooooooo.......

Image Hosted by ImageShack.us

şimdi benim anladığım bu jigsaw'ın kafasında amanda'nın yeri başka. yani amanda aslında testere mevzusunun merkezindeki bir isim sanırım. bize öyle lanse ediliyor. amanda'ya uygulanan test bitmek bilmiyor. durup düşününce bizim jigsaw'ın öyle şiddet taraftarı bir adam olmadığı da ortada. böyle bir adamın da "ben ölünce koltuğu kime bıraksam" tarzında kaygısı da olamaz.
olsa tamam diyecem en uygun kişiyi buldu ve ona öğretiyor falan ama yok yani öyle bir adam olmadığını bu filmde bile daha iyi anladım ama o halde "nedir mevzu" diye sorasım geliyor.. hani amanda'nın bu kadar merkezde olması gerekiyor muydu gerekmiyor muydu sadece burada takılırım takılsam..

film doğal bitti. ne olacaktı yani timör sahibi bir adam son yıllarını kafasındaki ceza sistemine göre ders vere vere yaşadı. zaten tüm dünyayı değiştirmesi gibi birşey saçma olurdu tıpkı kendisinin de ölmekten yırtmasının saçma olacağı gibi.. jigsaw öldü.. bu defter kapandı.. testere 4'ün de çekilmek için imzalandığını düşünürsek.. bu serinin başlangıcını anlatacağına şimdi daha iyi kanaat getirebiliyorum..

çok psikopat bir filmdi çook.. bizlere her türlü duyguyu hissettiren, yelpazesi oldukça geniş olan bu "yeni nesil sinema sektörünü" takdir ediyor, saygılarımızı sunuyor, daha neler neler izleyeceğimizi hayal edip şimdiden sabırsızlanıyoruz...

neyse biraz dinleneyim ve Babel'den bahsedeyim :)


Image Hosted by ImageShack.us

Pazartesi, Kasım 27, 2006

Underworld 2 : Evolution

Image Hosted by ImageShack.us

şimdi efenim bendeniz vampirizm müessesesi ile tanıştığımdan beri... bu sinema sektöründe "korku" türünün bir alt-türü olarak kabul edilen vampir türünü.. "hadi ordan be alt-türmüş peahh" dercesine alır üste yerleştiriveririm. hatta "korku" türünden tutar çekerim bunu koparırım, ap-ayrı bir tür olarak lanse ederim.

kısaca sevdiğim saydığım bir türdür ve bizzat kıskandığım bir ırktır vampir ırkı. bakınız "vardır" yada "yoktur" diye bir sorgulamaya bile girmiyorum. ben varolduğuna inanıyorum, varolduğunu düşünme düşüncesi hoşuma gidiyor ve "acaba" diye şüpheye düşecek şekilde varlığını sorgulamak bile beni soğutuyor, hoşuma gitmiyor.. en önemlisi de gerek görmüyorum.

bünyesel ve zihinsel hal böyleyken; bir blade serisi olsun, bir Angel dizisi olsun, efendime söyliyim bir vampirle görüşme olsun severek izlediğimiz ürünlerdir. underworld ise 2003 yılında "sinemada vampirizm" açlığımızı oldukça tatmin etmişti, gerek stilizesi olsun, gerek aksiyonu olsun tarzını ortaya koymuştu... o günden beri devamı gelecek aa ne hoş diyerekten bekledik, yılmadık, amerikalarda gösterildi duymazdan geldik, divxleri dvd'leri çıktı görmezden geldik, izledim güzeldi diye bir sürü yorumlar okuyup "hadi ordan bırak alla sen" diyip umursamadık.. sabrettik ve tam ümidimizi keseceğimiz bir zamanda vizyona girerek izlememiz için önümüzde eğilerek hizmetini tamamladı..

filme atmosferik olarak uysun diye bir akşam seansında izledim filmi sinemada. çıktığımda zaten yağmur yağıyordu ve benim bir deri çeketim yoktu ki olsa konsepte süper uyacaktı ama insanoğlu aç gözlüdür bu seferde benim bir 14'lü makinam yok ki belimde diye veryansın edecektim kim-bilir..

izlemesine izledim ama film onca sabrımın karşılığını bazı açılardan tam anlamıyla veremedi. ister istemez beklentiye girdim galiba bunca zaman ki oysa o kadar da karşıyımdır bu beklenti işine...

filmin konusu süper. vampirizm için böyle bir mevzu çok güzel. ilk filmde çıtlatılan konuların özüne inmesi, buna bir tarih yazmaları, yani bir temele oturtmaları çok iyi düşünülmüş. ki yanında kurt-adam sektörü de bonus yani. oyunculuklar iyi.. sonra efektler falan, stilize sahneler oldukça sağlam. yanında oldukça da kanlı bir film.. ( ki zaten bu normal çünkü kansız vampir filmi mi olurmuş yav ) ama işte "senaryo" biraz teklemiş.. yer yer bu konuyu taşıyamamış sırtında.. en çok oralarda üzüldüm filmde. bu noktalardan şöyle-böyle bahsedeyim belki üzüntümü geçirip bana merhem olursunuz belli mi olur..

acaip spoiler yapasım geldi...

spoiler...
var...

az daha aşağıda...

şimdi ilk filmden de bildiğimiz ve burda daha net öğrendiğimiz öz bilgi neydi ? kabaca; baba corvinus'un 2 oğlundan birisini yarasa diğerini kurt ısırıyor ve iki üstün ırkın temeli böylece atılmış oluyor. bunu rahatlıkla kabul ederim. çünkü bir filmin kendi çizdiği dünya belli oranda mantıklıdır sorun teşkil etmez. yani bunlar "gerçek dünyada olmadı" diye tutarsız kabul etmeye gerek olmaz. işte böyle bir öz-bilgi ile belli bir kararlılıktaki tutarlılık ekseninde ilerleyen film ne oluyorsa belli başlı bölümlerde "hızlı-tutarlılık" hatasına düşüp durduk yere seyircinin gözünde "ucuzlayan", "inandırıcılığını kaybeden" yani "tutarsızmış gibi" bir hale geliyor.. bunlardan birisi "michael"ın özelliklerinin kararsızlığı.. sen kalk hem vampir hem lycan olaraktan her iki türden üstün ol ve victor'a bile karşı koy.. sonra gel burda marcus'tan dayak ve öl.. sonra vazgeç diril.. sonra filmde o kadar sır ve duvar altında kalıp beklentimizin odak noktası haline gelen ilk lycan'ın üst çenesini alt çenesinden ayır fırlat.. bilmiyorum yani.

sonra.. çok şaşalı gösterilen, büyük giriş yapan, ağır adımlarla yere sert basan karakterler bu hızlandırma sonrası kağıt gibi yıkılıveriyorlar. bu benim gibi bir izleyiciyi gerçekten üzüyor. mesela baba corvinus.. adamın filme girişi olsun, ekibi şusu busu olsun çok "ağır abi" modunda. ki herşeyin başı bu adam aslında.. (gerçi bu adamın neden onca sene yaşamış olduğuna dair bilginin olmaması da ilginç.. varsa da ben görmedim heralde..) ama ne oluyor gidişi çok çabuk oluyor. yine marcus'un kardeşi ilk lycan. çok büyük ümitler bağlıyorsunuz o karaktere... çok özel korunuyor falan ama çok kısa sürede, çok basitçe ölüp gidiyor. üzülüyor yas tutuyorsunuz, tamam o bir hayvan ama o da can taşıyor.. filmin elinde, konusunda bu kadar büyük bir canavar var, bu kadar kolay mı yok olmalıydı.. sanmıyorum.

sonra.. birisi lycan'ların atası, ilk kurt-adam.. ki değişim geçiremiyor bile o derece olan bir karakteri melez bir maykıl'a harcat..

ikincisi ölümsüz bir vampir atası.. uyanırken lycan kanı bile aldı, yani çok güçlü.. ki bu adam da melez olmuyor mu bu durumda ? yani maykıl'la eşit olması gerekmiyor mu sizce ? (burası da tutarsız bence) neyse işte bu karakteri de saf-kan bile olmayan bir vampir kıza harcat. tamam belki selene corvinus'un kanıyla birşeyler kazanmıştır (ama bunu bize açıklamaları lazımdı.. corvinus nedir yani.. ) ama yine de tüm baba karakterler bu kadar kolay ve ucuz mu harcanlamalıydı diye kaygılı kaygılı düşündüm işte ben..

hepsinden öte filmin sonu da pek bir iddialı pek bir karizmatik efenim. selene hanfendimiz bize neler söylüyor filmin sonunda ? "korkarım ki savaş ve kaos yakındır". yapmayınız hanfendiciğim, siz ki koskoca marcus'u, victor'u, william'ı devirmiş.. yani vampir tarihine (D)EVRİM... aradan da bonus niyetine baba corvinus'un ölmesine neden olmuş.. o da yetmemiş onun kanını alarak "gelecek" ünvanına erişmişsiniz.. amelie zaten ilk filmde öldü kalmadı geriye ne uyanacak vampir-ata, ne de kurt-ata.. yani nedir kalsın geriye sağda 500 bin kurt-adam.. solda 1500 vampir. bunlar siz iki üstün oluşumun dişinin kovuğunu doldurur mu yav.. ne savaşı ne kaosu :)

diyor ve yine de 3 numaralı filmi heyecanla beklemeye başlıyoruz. sadece demem o ki bu ölümler ve sondaki iddialı sözler üçüncü filmin omzunun taşıyabileceği yük miktarının kapasitesini artırıyor. yani 3. filmin çok sağlam olmasını gerektiriyor seriyi tamamlayabilmek için.. öyle yada böyle konunun tarihine dalış yapmasından dolayı (at üstünde zırhlı vampirler pek bir karizmatikti be.. ) izlenir.. izlenmeli.. ne olur yani izleseniz ölür müsünüz... falan..
dolapta vişne suyu olacaktı ben bi bakayim..

ve selene ne kadar hoş bir vampir öyle ya.. stilize stilize sevesim geldi onu..

Çarşamba, Ekim 18, 2006

[filmekimi'nin BOMBASI] Ye Yan / Şölen.. "sinema'da erimek.."




Evet.. sinema'da erimek.. koltuğa yapışmak.. çivilenmek...

bazı filmler vardır böyle. onlara film demek hafif kalır. beyaz perdede birşeyler gelip geçer. bir ışık kaynağı çarpar gözünüze. aslında o bir ateştir. perde ötesinde tüm haşmetiyle yanan bir ateş.. kavurucu bir alev. perdenin ötesinde muazzam bir ateş ve perdenin bu tarafında ise yanmak ve erimek eylemini gerçekleştirmekle mükellef izleyici. ve film boyunca o ateşi tamamen içine çeken ve o sıcaklıkla filmin jeneriğinde deli gibi alkış tutan iki izleyici.. gogobaba ve neo..

evet sevgili gogobaba herşeye rağmen beni kırmadı ve bu filmi izleme deneyimini benimle paylaştı. ve toplamda bakınca aslında ne kadar şanslı olduğumuzu anladı.. yağmur, çamur, akşam, gece demeden gittik.. sinema sıcak, yerimiz kötü, önümüzde kafa, koltuk rahatsız edici falan demeden, aldırmadan filmin içine girdik ve halen oralarda biryerde olduğumuzu düşünüyorum. film çok muhteşem.. aynen bu duyguları hissettirdi ve verisel anlamda bize "artı" değer olarak ağırlık kattı. yani bu filmin kazanımı ile varız şu an. filmden öncesi ve filmden sonrası çok farklı.

filmin adı ŞÖLEN... orjinali YE YAN.. hadi ingilizcesini de söyliyim THE BANQUET. 2006 yapımı Çin filmi.

filmin adı şölen... film zaten toplamda görsel, işitsel, hissel bir şölen. ayrıca bölümleri olarak "şölen içinde şölen" olarak alt kademelere sahip bir şölen..yönetmeni çok ünlü değil. hatta yönetmenimiz; yememiş içmemiş Kungfu Hustle (Gong fu) filminde Crocodile Gang Boss rolünde oynamış bir amca..

filmin adı şölen... orda burda söylemekten dilimde tüy bitti.. filmin kareografı Woo-ping Yuen.. yani "Fearless", "Danny the Dog", "Kung Fu Hustle", "Kill Bill", "Matrix" üçlemesi ve "Kaplan ve Ejderha" gibi filmlerin de koreografisini üstlenen Woo-ping Yuen". bunu öğrendiğimde... türünün "dram" olduğunu okuduğum "şölen" filminde.. olsa olsa dans tarzı sahnelerde etkisini göstermiştir diye düşünmüştüm ama filme girince ağzımın payını aldım. filmin aksiyon yönü de varmış ve oldukça etkileyici, dolu dolu.. ve bu amca etkilerini öyle güzel sergilemiş ki hayranlıkla izledik. bu adam resmen imza atıyor kendi yönünü hissettirdiği sahnelere. aynı anda bir çok film aklınızdan gelip geçiyor sahneler aktıkça. mesela bir kaç yerde kaplan ve ejderha, bir kaç yerde matrix'den kareografiler gördüm, keyiflendim, yerimde duramadım..

filmin adı şölen... bu film benim gözümde 2. bir hero* vakasıdır bundan böyle. kıyaslamayı sevmem normalde.. ki filmlerin hero'yu geçmek gibi bir kaygıları olması gerekmez ben sadece örnekleme adına söylemek istedim. hero klasında bir film. onun tadında. zaten müzikleri bile hero tarzındaydı. tahmin etmiştim ve tahminim doğru çıktı. filmin müziklerini zaten hero'nun, kaplan ve ejderha'nın müziklerini de yapan "Tan Dun" bestelemiş. hemen kulağıma tanıdık gelmişti..

filmin adı "şölen".. kendisi gibi... çok şiirsel mükemmel bir eser. sahneler, mısra mısra akıp geçiyor ekrandan. dramatikliği çok iyiydi. filme hamlet'e uzakdoğu bakışı diyebiliriz rahatça. kostümler, çevre görüntüleri, tasarımlar, silahlar, evler, binalar, saray falan muhteşemdi. bir filmde kusurlu bir taraf olmaz mı yahu. herşey bu kadar mı dört dörtlük olur. çok özenmişler.. tüm sinema soluksuz ve kıpırdamadan izledi filmi. zaten sinemada böyle bir filmi izlemek çok nadir kısmet olur. zor yani çok zor.. o kadar sık film izlerim, o kadar çok farklı türe ait film izlerim ama ne olursa olsun uzakdoğu filmleri kadar içime işleyen, beni etkileyen filmler görmedim. aksiyonu çok yerinde idi. zaten aslında dram ama, konu gereği giren aksiyonlar hiç sırıtmıyor, hero gibi muhteşem bir etki bırakıyordu. ki dövüşçülerin kostümleri falan aşmıştı zaten. bence bu yerinde olmuş. çünkü hamlet-vari bir konuya göre su gibi akan diyalogsal yapısına uygun kostümler gerekirdi. daha aşağısı kurtarmazdı. kraliçesinden, ninja-vari dövüşçülerine, askerlerinden saray içi hizmetkarlarına kadar herşey kusursuzdu, baş döndürücü idi.

filmin adı şölen... oyunculuklar çok yerindeydi. ziyi zhang*** zaten artık büyük adımlarını atmaya başladı. her halinden belli.. hatta o kadar güzel bir rol çıkartığını gördük ki artık karakterinden gereği öyle anlar geldi ve kendisine nefretlerimizi ilettik. tabi bu iyi oyunculuğundan kaynaklanan bir durum. sonuçta o halen en büyük gözdemiz :) filmdeki aşk da çok iyiydi. ağlatan cinsten...

(keşke) vizyona girse (gerçi vizyona bunu da fransızca dublajla falan sokarlar utanmadan...) hemen bir daha gidilesi, dvd'si çıksa hemen alınası, müzik albümü için Tan Dun'un peşine düşüp eli öpülesi, elde edip çevirip çevirip dinlenesi bir film "şölen"... sinemada şiir nasıl olur, yoğun edebiyat nasıl işlenir sorusuna verilecek doğru cevabın şıkkıdır "şölen"...

"karanlığı taramak" diyordum bunu izleyene kadar ama filmekimi'nin incisi "şölen"dir. sonraki şanslı ise "karanlığı taramak"... ikisi bu yıl izlediğim en etkileyici filmlerdendir. tıpkı "vendetta" gibi..






Salı, Ekim 17, 2006

[filmekimi'nden] Özgürlük Rüzgârı / The Wind that Shakes the Barley


biraz oldu-bitti havası hissetsem de yönetmenin sadelik anlayışını sevdim. insanları ağlatmaktan kaçınıp daha çok olayları düşünmelerine yönelik davranmış. insanların hikayeleri gelip geçiyor... izliyorsunuz... taşıdığınız kalbin, beyniniz ile olan arkadaşlığına göre etkileniyorsunuz. normalde bu tarz filmlerde "tamam iyi güzel anlatıyorlar" diye düşünüp, bunun ne kadar gerçekleri yansıttığını merak edip, tarihsel bilgiden biraz yoksun olduğumdan dolayı gerçekliğinden tam emin olamıyorum. her zaman bu tarz filmlerde tek garispediğim nokta bu olmuştur bende. ama tüm yaşananları gerçek kabul edersek.. yönetmen gerçekten kasmadan, zorlamadan, sıkıştırmadan... dünya budur, insanlar budur, böyle olmuştur ve hatta böyle olmaya devam etmektedir !! mesajını da veriyor bence.. gerçi ken loach'ı şimdi tek film ile anlamak ne haddime ama yine de izledim ve her normal insan gibi düşünceleri paylaşma gereksinimi duydum :)
kısaca; Bağımsız İrlanda Cumhuriyeti’nin ve Kuzey İrlanda’nın ortaya çıkışıyla sonuçlanan olayları anlatan film, adanın henüz bir İngiliz kolonisi olduğu 1920’li yıllarda geçiyor.

Perşembe, Eylül 28, 2006

FilmEkimi 2006

Selam arkadaşlar,

FilmEkimi festivali 13-19 Ekim arasında gerçekleşecek. Kısa süreli bir etkinlik. Ve sadece tek sinemada (Beyoğlu Emek) gerçekleşiyor. Festivalin kendi adresinde adresinde tüm ayrıntıları ve film açıklamalarına ulaşabilirsiniz. Ben tüm filmleri (21 tane) inceledim. Kendi programımı zevkime göre ve haftaiçi akşamları ile haftasonuna denk gelenlerin arasından seçerek oluşturdum. Size o programı yazacağım az sonra ayrıntılı olarak. Lütfen açıklamalarıma dikkat ediniz, çünkü çok enteresan ayrıntılar var :) Ayrıca programın biletleri 7 ekim günü satışa çıkarılacakmış.

Şimdi dikkatimi çeken filmlerin ayrıntılı listesine geçelim:

13 Ekim Cuma 19:00
ÖZGÜRLÜK RÜZGÂRI / THE WIND THAT SHAKES THE BARLEY*
Film hakkında sinema konusunda çok sevdiğimiz bir dostumuz olan FNB47'nin sözlerini aktarıyorum hemen; Ken Loach günümüzde , yaşayan en büyük sinemacılardan biridir. Onun bu güne dek yaptığı bütün filmleri tekrar-tekrar izlenebilir. Loach'ın yaptığı yeni bir filmin izlenmemesi diye bir şeyi düşünemiyorum. İzlemeyen , kaçıran kaybeder...


14 Ekim Cumartesi 19:00
ASİ GENÇLİK / BRICK*
Neosal: konusu hoşuma gitti. Lost dizisindeki Claire oynuyor filmde.

14 Ekim Cumartesi 21:30
HAMBURGER CUMHURİYETİ / FAST FOOD NATION*
Neosal: şu açıklama yeter. "Patricia Arquette, Ethan Hawke, Bruce Willis ve Avril Lavigne gibi sürpriz oyuncuların boy gösterdiği, gerçek mezbaha görüntülerinin de yer aldığı, kara mizahla örülü bu sert film, Amerika'nın ayaküstü yemek endüstrisinin karanlık sırlarını gözler önüne seriyor."

14 Ekim Cumartesi 24:00
A SCANNER DARKLY / KARANLIĞI TARAMAK*
Neosal: uyarlandığı kitabı malum (değerli bir bilimkurgudur ve Efsanevi bilimkurgu yazarı Philip K. Dick'e aittir), çekilme tarzı malum (özel bir teknik ile önce normal çekilen film daha sonra animasyona dönüştürülmüş ve öyle sunuluyor), oyuncuları malum ( Keanu Reeves, Robert Downey Jr., Winona Ryder) :) kaçmaz...


15 Ekim Pazar 11:00
SARI KÖPEĞİN YUVASI*
Neosal: valla deli diyin, hatta çekinmeyin zırdeli diyin ama ben pazar sabahı taksimde simidimi yiyip, çayımı içip, radikal'imi okuyup :p , sonra bu filme... ufacık çekik gözlü şirin şirin çocukları doya doya izlemek için gideceğim :)

15 Ekim Pazar 16:00
SAVUNMA MAKAMI / FIND ME GUILTY*
Neosal: 21 ay süren, Amerikan tarihinin en uzun süreli ceza davasını mercek altına alan bu filmde Vin Diesel (farklı) oynuyormuş. fragmanı da ilginç görünmüştü bana.


16 Ekim Pazartesi 21:30
TRANSYLVANIA*
Neosal: açıkcası Asia Argento'yu da severim, Birol Ünel'i de. izlemek istiyorum bu filmi..


17 Ekim Salı 21:30
ŞÖLEN / YE YAN*
Neosal: bu filmi kaçırmak gibi birşeyin söz konusu olabileceğini düşünme olasılığını bile düşünemem :) malum Ziyi Zhang'ın en yeni filmi. onu yeni bir filmde göreceğiz en azından. diğer izleme nedeni de şu parantez içi gösterilebilinir :)
"Muhteşem kostümleri ve sanat yönetimi ile göz alan filmin aksiyon yönetmeni, "Kill Bill", "Matrix" üçlemesi ve "Kaplan ve Ejderha" filmlerinin de koreografisini üstlenen Woo-ping Yuen."


18 Ekim Çarşamba 21:30
ZAMAN / SHI GAN*
Neosal: kim ki-duk'tan halen bıkmadım. keyifle izliyorum. geçen seneki filmekiminde YAY filmi gelmişti. bu sene yine bir filmi geldi işte ne güzel :)


19 Ekim Perşembe 21:30
I LOVE YOU PARİS / "PARIS, JE T'AIME" *
Neosal: bu nasıl bir denemedir halen inanamıyorum ama oldukça ümitliyim filmden. fazla söze gerek yok. şu parantez içi yetecektir.
"Yönetmenler: Assayas, Frédéric Auburtin, Gurinder Chadha, Sylvain Chomet, Joel & Ethan Coen, Isabel Coixet, Wes Craven, Alfonso Cuarón, Gérard Depardieu, Christopher Doyle, Richard LaGravenese, Vincenzo Natali, Alexander Payne, Bruno Podalydès, Walter Salles, Oliver Schmitz, Nobuhiro Suwa, Daniela Thomas, Tom Tykwer, Gus Van Sant

Oyuncular: Marianne Faithfull, Gaspard Ulliel, Steve Buscemi, Barbet Schroeder, Miranda Richardson, Juliette Binoche, Willem Dafoe, Hippolyte Girardot, Yolande Moreau, Nick Nolte, Ludivine Sagnier, Maggie Gyllenhaal, Fanny Ardant, Bob Hoskins, Wes Craven, Elijah Wood, Alexander Payne, Rufus Sewell, Natalie Portman , Gérard Depardieu, Ben Gazzara, Gena Rowlands"

Dünyanın farklı ülkelerinden yirmi yönetmen, Paris'in on sekiz bölgesini kendi bakış açılarıyla anlatıyor. Elbette, mekân Paris, ortak konu ise aşk. 2006 Cannes Film Festivali'nin "Belirli Bir Bakış" bölümünde ilk kez seyirci karşısına çıkan filmin her bir bölümü, her şekilde, her insandan, her yerde ve her türde aşkı ve elbette Paris'i anlatıyor. Ama bambaşka, vampirlerin aşık olduğu, Oscar Wilde'la ya da bir kovboyla karşılaşabileceğiniz, alışılmadık bir Paris'i. Yapımı dört yıl süren filmin müthiş oyuncu kadrosunda Barbet Schroeder, Fanny Ardant, Marianne Faithfull, Natalie Portman, Steve Buscemi, Juliette Binoche, Willem Dafoe, Bob Hoskins, Elijah Wood, Gena Rowlands ve Wes Craven gibi sürpriz isimler var.

İşte böyle. Gitmeye çalışacağım filmler bunlar.. Yalnız saat ve gün bilgileri sizi yanıltmasın. Bunlar bana uygun gelen sıralama. Sitesinden* göreceğiniz gibi aynı filmin farklı opsiyonları olabiliyor saat ve gün olarak... Normal vizyon takibimiz yanında sonbahara alışmak istediğimiz bu güzel günlerde güzel bir soluk bence bu FilmEkimi. fırsatı olanlar 1-2 film bile olsa değerlendirmeli diye düşünüyorum...

Çarşamba, Ağustos 30, 2006

Uzakdoğu Sineması Severlerini bekliyoruz..

3korean1_small
uzun zamandır böyle birşey vardı kafamda... tam şekillendiremiyordum, nasıl olmalı karar veremiyordum falan.. google'un kullanıcı dostu mail grup anlayışını da deneyimleyince istediğim şeyi harekete geçirme vaktinin geldiğine karar verdim..

grubun sözleşmesi yerine de geçecek olan aşağıdaki yazıyı okursanız USS'nin ne olduğu hakkında fazlasıyla fikir sahibi olacaksınızdır..

http://groups.google.com/group/ussg

Bu anlaşma USS (Uzakdoğu Sineması Severleri Mail Grubu) ile mail-grup üyeleri arasında üyelik başvurusu sırasında yapılmış kabul edilip... gruba üye olanlar, aşağıda yazılanları okuduklarını, onayladıklarını ve kabul ettiklerini garanti ederler.

USS; sinema sanatını seven insanlar arasından. özellikle sinema sanatının güçlü bir yönü olan Uzakdoğu sinemasını seven, benimseyen, ilgilenmekten keyif alan insanların buluşma noktası olmayı hedefleyen... katılımcıların katkı ve emekleriyle de gittikçe gelişmeyi planlayan bir internet platformudur. Kore, Çin ve Japonya başta olmak üzere tüm Uzakdoğu sineması grubun özünü oluşturmaktadır. Katılımcılarının niceliği değil, niteliği ile ilgilenmektedir. Mail-grup ortamının ciddi, düzeyli, saygın bir üsluba sahip olması grubun genel tarzını ifade edeceğinden, grup üyelerinin bu ortamda hareketleri, bu ortamda yapılmak istenenlere saygı göstermeleri USS için çok önemlidir. bu yüzden internet kullanıcılarının, buraya internette dolaştıkları herhangi bir siteye olduğu gibi üye olmamalarını ve özellikle internet ortamında kendini " gereğinden fazla rahat" , "kurallardan uzak " hisseden. "bir girip çıkayım... fazla üyelik göz çıkarmaz... gruptan x kişiyi nasıl olsa tanıyorum... uzakdoğu olsun olmasın yazabileceğim bir sürü şey olabilir" tarzında düşünceler barındırabilen, bu tarz internet kominitelerinde tamamen laçka bazlı olmayı tarz haline getirmiş kullanıcıların bu mail grup içerisinde hedeflenen iletişim anlayışı düzenine alışmakta büyük güçlük çekebileceğinin önemle altını çizmek istiyoruz.

Saygın ve ciddi bir ortamda tamamen Uzakdoğu sineması merkezli yardımlaşmak, haberleşmek, kendi bildiklerini, birikimlerini diğer katılımcılarla paylaşmak isteyen, bu konu hakkında söyleyebilecekleri olan, Uzakdoğu sinemasına ortanın üstünde bir ilgi duyup sevgi besleyen, mail grubuna düzenli katılımda bulunacağı inancını taşıyan konuklarımızı üye olarak aramızda görmek istiyoruz. Bu ortamın devamını ve kalitesini sağlamak için yeni üyelerimizden beklenen bu hassasiyetin anlayışla karşılanacağını umuyoruz.

USS' ye yazılan mesajlardan yazarı sorumludur. Tehdit edici, küfürlü, örf ve adetlere karşı, müstehcen, kaba, nefret dolu ya da çok miktarlarda istenmeyen mesajlar göndermek; din, dil, irk ayrımına yönelik iletiler göndermek; USS yöneticilerini ve üyelerini küçümser davranışlar sergilemek uyarısız sistemden uzaklaştırılma nedenidir. USS ortamına kişisel problemler, anlaşmazlıklar taşınamaz. Üyelerin birbirine karsı kişisel saldırılar yapmalarına izin verilemez. Gereksiz ve grubu sohbet ortamına dönüştürecek mesajlar neden belirtilmeksizin silinecektir. USS yöneticileri kurallara uymayan, gönderildikleri konu ile bağlantısı olmayan mesajları silme hakkına sahiptirler. Kurallara uymayan ya da gönderdikleri mesajlar ile USS düzenine zarar verdikleri düşünülen üyeler yöneticiler tarafından uyarılıp, davranışın tekrarında sistemden belirli bir süre ya da tamamen uzaklaştırılırlar.

Üyelik başvurusunda bulunarak, yukarıda yazılanları okuduğunuz ve kabul ettiğiniz varsayılmaktadır.

Yaşasın Sinema !...
7588339best_asian_movies37588339

Not: Grubun açıldığı haberi değişik ortamlarda sindirilip üye sayısı belli bir sayıya ulaşana kadar mesaj trafiği yapılmayacağından dolayı tüm katılım isteklerinin onaylanması askıda kalacaktır... Bir süre sonra hepsi birden onaylanacaktır..

USS'ye yani Uzakdoğu Sinema Severleri Mail Grubuna üye olmak için bu yazıya tıklayabilirsiniz..

Çarşamba, Ağustos 23, 2006

Prison Break 2.sezon muhteşem açılışı

- 1 yere kadar spoiler YOK - ama 1. sezonu hiç izlememiş kişiler okumasınlar daha iyi -

hehe ajan'ımızı gördük ya etkilendik haliyle o yüzden böyle "ayrıntılı inceleme" gibi iddialı başlıklar açabiliyoruz.. tabi bu demek değil incelemeyeceğiz.. mümkünse atlamadığım herşeyden bahsetmek istiyorum, ilişmeyin, bu prison break'sızlık benimdi.. bitti..

gelelim çoşkuya..

düşünüyorum da bulamıyorum ben arkadaş... bir başka dizi... şu dakikalarda beni... uykunun rüya görmemiz gerektirdiği rem bölümününe inat bir dirençle ekran başında tutsun, tutsun hatta tekrar izlesem mi diye düşündürtsün.. 1. sezonda da böyle olmuştu. hayatımda ilk kez bir dizinin 5 bölümünü gecenin köründe tek seferde izlemiştim. bu yüzden çok ayrı bir yerde duracak galiba P.B. benim için. P.B. diye kısalttım ama şimdi bakınca hoşuma gitmedi bu çaba hiç kasmam çatır çatır yazarım üşenmeden Prison Break diye çünkü bunu yazmak bile çok keyifli bir şey :))

dizi başladı, biraz izledik ve jenerik girdiğinde psikopatça sırıttığımı farkettim. Prison Break "kadar"... aynı anda adrenalinin tepeye vurmasına ve paçadan sarkmasına neden olarak izlediğim başka bir dizi hatırlamıyorum. bir 24 var işte abisi.. bir de bu işi daha ağırdan alan Lost.. zaten Lost kabızsa, Prison Break ishaldir gözümde..


zaman zaman düşünüyordum, "tamam sevdik ettik bu diziyi, şimdi kaçtılar, hapisten dışarda devam edecek falan, nasıl eski tadını verecek mi" şeklinde.. kaygılanıyordum.. yine de merakımı gideremiyordum.. ne olursa olsun izleyecektim ama bu bölümden sonra şunu farkettim ki... tamam dar mekanın getirdiği psikolojik baskı çok lezizdi, yeri dolmaz ama... şimdi bu dizi yine hapiste geçseydi bu sefer de aynı tadın devamı klişe hissine neden olacaktı... yenilikçi gelmeyecekti ve kısa olmasının getirdiği bu hiç yok olmayacak keyfi ortadan kaldırabilecekti.. işte bu açıdan bakınca aslında bu karar çok yerinde. 1. sezon hep öyle kalacak ve yeni birşeyler izleyeceğiz.. sizi şimdi bu yeniliklerden, farklardan ve ayrıntılarından bahsedeceğimiz ikinci sezon birinci bölüm içerikli paragrafımıza alalım... tabi spoilerin başlayacağı nokta burası olduğundan buraya kadar yoldaşlık ettiğimiz izlememiş arkadaşlara hoşçakalın diyelim... :)

- SPOILERin başladığı yerdir burası -

elimizde ne var ?...
süper bir devlet ajanı var. kendisini daha önce INVASION* isimli dizide şerif Tom Underlay* olarak izledik, benimsedik.. diye mi bilmiyorum ama bu güne kadar bir Ajan Smith vardı gözümdeki klas ajan kalıbıyla, şimdi bir de bu amca var artık.. yeniliktir bu. ilk sezonda en akıllı varlık Scofield idi.. şimdi bu ikiye yükseldi. en az maykıl kadar çakal bir adam var karşımızda.. maykıl'ın 1. sezondaki aşmış planlarını şimdi de bu amcanın gözüyle izlemiş oluyoruz, bıkmıyoruz..

maykıl için "maykıl aynı maykıl" diyebiliyoruz gönül rahatlığı ile.. herif aşmış akıllı, kararlı.. "abruzzi'nin jeti plan A'ydı.. o zaman bizde ihtiyacımız olan herşey var." demek nedir ya.. nasıl bir psikopatlıklık böyle... adamın dövmeleri bile devamlılığını koruyor. onların sadece hapishaneden kaçış için olmadığını öğrendik, sevindik...

bu arada özlemişiz herkesi... t-beg'in doktora yaptığı yüz hareketi tam onun tarzındaydı.. manyak herif işte. bellick ise nasıl koşuyordu trene doğru ama :))

ve dramatik final... şu veronica'ya sana insan diyenin şeklinde seslenesim geliyor ama artık bunu duyabileceğini bile sanmıyorum. o kadar kastır, koştur, takdiri topla ama bu denyoluğu yapma lütfen ya.. bu kadar komplolu bir merkezde "telefon" kadar basit bir ayrıntıyı atlarlar mı sanıyordun... dizinin çoşkusu yetmiyormuş gibi böyle üzücü bir bölüm, bu nasıl bir acımasızlıklır tepkisi yaratıyor ve bir başkana rağmen o koruma herifin o gevrek sırıtışı falan adama "o binayı ne yapar-ederim yerle bir ederim" dedirtiyor...

Prison Break çok sıkı başladı.. kavuştuk.. mutluyuz...

Çarşamba, Ağustos 16, 2006

Scary Movie 4

korkunç bir film serisinin 4. ve son halkasını da izlemiş olduk sonunda..

genel bütünlük olarak çok başarılı olmasa da, parçalı skeç şeklinde düşününce gayet güzel esprilerin ve bir insanın kafasını bir yere ya da bir şeyin o insanın kafasına çarpması gibi en fazla ne kadar komik olabilir ki tarzındaki eski esprilerin bünyesinde mevcut olduğu bir film olmuş sm4. aslında david zucker (airplane, naked gun vs.) tarzına güveniyordum ama bu sefer türünün (genelde korku ağırlıklı bazı popüler filmleri ti'ye almak) rotasını biraz şaşırmış gibi göründü. hani normalde ti'ye alınan filmi farkedip ardından onu ti'ye alma esprisine gülersiniz ya bu sefer ti'ye alıyor almasına ama gereğinden uzun sahneler ile bizzat "bu filmi aslında biz de daha düşük bütçeye çekebiliriz" fikrini aşılıyor gibiydi. öyle bir hale geliyorsunuz ki izlerken adeta o filmleri tekrardan izliyormuş gibi hissediyorsunuz. ve bunun yanında dünyalar savaşı ile haddinden fazla ilgilenmiş olduğunu düşünüyorum. daha kısa olarak daha fazla filmle dalga geçmesini isterdim... eksi yön bulacaksak bunları örnek gösterebilirim kısaca..
özellikle i-pod, saw, (sonraki silah çeşidi ne kadar güzeldi değil mi ? hehe.. ve testere'nin maskotunu madara ettikleri sahne hehe.. ) brokeback mountain, (orjinalini izlemedim henüz ama az çok fikir sahibi oldum sayılır sm4 sayesinde hehe) garez (japon velet ile cindy'nin konuşmaları süperdi ya.. güya japonca konuşuyorlar ve altta ingilizce altyazı geçiyor ama aslında ne kadar japon firma ve terim varsa ardı ardına kullanıyorlardı hehe epey güldüm orada.. fu-jit-su hehe.. ) bölümlerinden bahsetmeden geçemeyecektim, parantez içlerinde bahsettim, geçtim :))

Cuma, Ağustos 04, 2006

Rastlantılarım serisi No:2

"nereye kadar sinema" demiştik* ve rastlantılardan, kelebek etkilerinden, tesadüflerden örnekler vermeye başlamıştık. geldik ikinci örneğimize...

24 isimli diziye bir önceki yazımda başladığımı söylemiştim.* bu diziyi de her akşam bir bölüm şeklinde kuzenimle izliyoruz. geçen akşam evde bir misafirliğe gitme telaşı oldu bizimkiler ve onunkiler (kuzenimden yola çıkarak dedim böyle, yani teyzemler işte) ortaklığında.. ve arabada yer kalmayınca çocuklar diyerek genellenen aile büyükleri dışında kalan kesim evde kalacak kararı alındı. biz de kuzenimle mahsuscuktan buna üzülme taklidi yapıp benim sinema odamın yolunu aldık.

ve ben "bırak ya bırak gitsinler abi, hem bizim 24'ümüz var di mi ama ya heyt be" diyip dvd'yi yerleştirmek için bilgisayara yöneldiğim an masa-saatimle göz göze gelince dediğimle kaldım. çünkü saat 10:24 idi arkadaşlar tam o sırada.. bir rastlantı daha böylece tarihteki yerini alırken büyüsü kaçmasın diye diziyi başlatıp sessizce izlemeye başladık. zaten konuşsaydık diziden de birşey anlamazdık değil mi efenim ? evet efenim.. evet..

bir önceki rastlantıyı okumak için sondaki yıldıza tıklayabilirsiniz.. -> *

Salı, Ağustos 01, 2006

24'e başlamak ve... Nina, nina, nina, nina, nina...



evet.. haklısınız.. ben bu güne kadar 24 isimli diziyi izlemedim de izlemedim. yanıbaşımızda süren bu muhteşem olayı hep erteledim vs. cnbc-e'de ise nedense yaklaşmadığım 2-3 diziden birisiydi. angel'a falan iyi sarmıştık vs. hep ukte oldu ama içimde ve bir gün mutlaka izleyeceğim diye diye dünyada 5. sezonunun oynadığı şu günlere kaldı benim 1. sezona başlamam.. nur içinde yatsın MOUSE** ile bu sene 24 hakkında şöyle bir son sohbetimiz oldu.

her zaman niye izlemiyorsun diyip dururdu bu diziyi bana...


Neo: 24 e de ben hiç başlamadım bu güne kadar
Neo: ama ilk 4 sezonu ele geçirdim sonunda :D
Mouse: Oleey
Neo: başlayınca durduramam diye korkuyorum
Neo: bi de sarar mı ya ? sonra sıkmasın beni ? gerçek zamanlı ya koca koca 1 saat sürecek ve taa 24 bölüm. geçer mi abi bir solukta ya :D
Mouse: Prison Break'den daha akıcı :)
Mouse: ilk 5 bölümü atlatırsan tamam
Neo: vaşş. o zaman iyi ya.. prison üffff :) yarın anete spoilersiz yazıcam bişeyler. mutlaka oku :D

Mouse: ilk sezon 0-5, karışık, ağır, 5-15 vay bee... 15-24 süper!
Mouse: 2. sezon da 0-3 anaa! 3-24 vaşş:)
Mouse: 3. sezon 0-5 vay anasını, 5-20 süper, 20-24 aşmışlar!
Mouse: 4 sezon ilk bölümden itibaren aşmış :)
Mouse: 5'de şimdi 13. bölüm iniyor, ilk 12 müthiş

Neo: ne güzel özetliyosun
Mouse: :D
Neo: çok tutuldu zaten ona eminim
Neo: ama şeyi dicem
Neo: gerçek zamanlı olmasının
Neo: çok dumura
Neo: uğratıcı pozitif getirileri
Neo: var mı
Mouse: yok, öyle bakmıyorsun olaya abi
Mouse: adam tuvalete gitmiyomu falan:D
Mouse: ilk 2 sezonda biraz öyle
Mouse: yani, yaralanmaların etkisi 3-4 saatte %90 geçiyo falan ehehe
Mouse: ben en çok 3. sezondan sonra sevdim zaten
Mouse: ekip daha öğrenmişti işi

:)

tıpkı tüm sezonları özetlediği gibiymiş gerçekten.. gerçi şu an ilk sezonun ortalarındayım ve öğlen oldu :) ama ilk 4-5 bölüm ciddi karışık gelmişti ve şu an "vay be" sürecini yaşıyorum :) dizi tarihindeki devrimsel özelliği olan "eş zamanlı" olması çok güzel anlar yaşatıyor. hele reklam araları falan bombaymış. öyle yerlerde giriyor ki gerçekten arka planda dizi devam ediyor ama ettiği kısım sizi rahatsız etmiyor :)

günü gelecekmiş jack bauer hayranı olacakmışız :)) adamın sesine kısa sürede alıştığımızda direkt "bu max payne değil mi ya" diye sorduk kendimize. hiç araştırmadım ama bence çok benziyor. kiefer sutherland'in* sesi muhteşem.

başlıktaki çoşkuya gelelim ya biz :)



uzun süre sonra masaüstü resmimi değiştirme nedenim olan Nina Myers faktöründen bahsetmemek olmaz. şimdi bu dizi oynarken izlemediğimden dolayı... bizim daha sonra "karşı komşu"* filmiyle sevdiğimiz elisha cuthbert'e* millet zaten hasta oluyordu ve duyuyorduk. ama açıkcası o gözüme "normal" olarak görünürken Nina Myers dizi/sinema sektöründe hastalık derecesinde beğendiğim tiplerin yanındaki yerini aldı git gide yükselerek. ilk bir kaç bölüm düşünmedim bile ama özellikle saat 9 - 10 arasında alberta karakterinin gelmesinden sonra nina'nın o konuşsam mı konuşmasam mı kararsızlığındaki mimiklerine falan bayıldım. belki de trinity'sel bir hatun olmasının da payı vardır ama dediğim gibi şu an masaüstü resmi olarak bana göz kırpıyor. (bkz: harry potter dünyasında hareket eden resim ve tablo anlayışı)

neyse dizi güzel süper falan bunları zaten bilen biliyor, en geç kalanlardan biriyim, o yüzden tereciye tere satmaya niyetim yok :))) ama diziyi izlerken benim için artık "gözü kapalı benimsenme" işareti anlamına gelen sahneden bahsedeceğim..

-bundan sonrası izlemeyenler için yüzeysel spoiler sayılabilir çok derin değil ama ben uyarayim-


bölüm olarak sabah 10 ile 11 arasında jack bauer'in limuzinin şöförü yerine geçtiği sahneyi hatırlarsınız... işte daha sonra arabaya gelen Alan York'un arkaya oturup kapıyı kapatması ve ardından jack bauer'in o piskopat bakışlı ve karizmatik sesli "merhaba Alan" dediği sahnede "tamam bu dizinin pasaportunu onaylıyorum" diye haykırdığımı hatırlıyorum kuzene :) gerçekten muhteşem bir his arkadaşlar.. o noktadan sonra diziye tamamen güvenerek izlemeye devam ettim / ediyorum..

lost, prison break, angel ve şimdi de 24...
güzel farklı dizi izleme olasılığımız daha ne kadar olabilir ki ?...

Pazartesi, Temmuz 31, 2006

Bloodrayne...

oldu bitti sevmişimdir vampirizm müessesesini.. bunun gerçekliğini tartışmak şurada dursun.. var kabul edip ona göre kurallarını tartışmışımdır, konuşmuşumdur bu güne kadar.. bende ilk ne zaman başladı hatırlamıyorum ama Blade ile iyice ivmelenip stilize hale geldi, brom stoker'in Dracula kitabı ile derinleşti, underworld ile de daha estetikleşti ve tabiki halen unutamadığımız ANGEL dizisi ile zirveye yerleşti gözümde bu sektör..

çağın ilerlemesi ile zaman zaman mecburen her yeni ürün kendi kurallarını da ortaya koyacak kadar bu müesseseye müdehale ederek onu genişletti.. mesela bilirsiniz normalde vampir birisini ısırdıktan sonra ona kendi kanını içirmezse o kişi ölüp gider. blade böyle değildi haliyle. ısırılmak yetiyordu.. ama blade kendi içinde başarılı bir çalışma olduğundan bu hiç göze batmıyordu. onun vampir bakışı böyle diyip gönül rahatlığı ile bekledik bir sonraki filmi.. kısaca her zaman alıcısı olan bir müessesedir vampirizm..

bloodrayne ise bu ağacın bilgisayar oyun dalını temsil eden bir ürün idi. ben tam olarak oynamadım hiç bir zaman ama çevremdeki hastalarından ününü ister istemez duymuştum yıllardır.. ve her tutulan oyunun filminin çekilmesi kaçınılmaz olduğundan (ki ben bunu her zaman isterim, karşı değilim) bloodrayne filmi karşımızda izlenmeyi bekliyordu..
tamamiyle oyununu oynamadığım halde vampir filmi diye izlemek için ilgimi çekmişti.. üyeleri anetten olan bir grup ile oturup izledik geçen haftasonu.. baştan söyliyeyim ben resident evil serisi, mortal kombat serisi gibi filmleri keyifle izledim.. halen de fırsat olsa izlerim.. çoğunluk onları sevmese de saygı duyarım bu serilere..

ama bloodrayne bize bizim ona gösterdiğimiz saygının yarısını gösteremedi malesef..

ne güzel kristanna loken var fena değil tip uymuş gibi, onu bırak biricik ana lucia'mız yani michelle rodriguez var süper, vay ben kingsley var, bily zane var, ohoho michael madsen bile var yav demiştim.. izlemeye başladık.. iyi atmosfer değişik, hafif van helsing tarzı görünüyor hadi hayırlısı falan derken...

ilk toplu aksiyon sahnesine gelince film tüm incilerini yere döktü ve bir daha da toplayamadı..
filme pür dikkat bakan grup o bölümden sonra muhabbete, filmi eleştirmeye, meşguliyet durumlarında filmi pause etmenin bile zaman kaybı olacağını düşünmeye kadar götürdü olayı..
b sınıfı filmlerinin yönetmeni olarak bilinen uwe boll bu filmi de o tarzda çekmiş. sadece bir dez-avantajı vardı. bu film ben "b kalite bir filmim" cesaretinden uzak.. tam aksine "kadrom fena değil, kökenim bir oyuna ve fanatik kitleye dayanıyor" güvencesiyle a kalite filmi taklidi yapmaya çalışıyordu. zaten orada kaybediyor..

ilk toplu aksiyon sahnesi ve geri kalan tüm aksiyonlar tamamen ZEYNA dizisi kalitesinde, çekim tarzında.. hatta yer yer kahpe bizans moduna bile giriyor. m. madsen falan çoğu sahnede "bizim bu filmde ne işimiz var" edasında "-hadi gelin şuraya gidelim, davranın" replikleri var ki filmi bu tarz filmlerle alay eden scary movie havasına bile büründürüyordu..

dövüş sahneleri bu kadar mı hantal, ağır, klasik "bir o karakterin arkasından gösterelim, bir diğer karakterin arkasından gösterelim" kamera tarzında olur yahu. tamam kan kullanımı çok yoğun ama efekt olmadığından plastik makyaj çok sırıtıyor ve peter jackson'un Braindead'ını hatırlatıyor. ama o film zaten b kalite olduğunu inkar etmiyor ve 1992 yapımıydı.. "kızımız kılıcını adama sallar ve sahne değişir kılıç adama çoktan girmiştir ve kanlar fışkırıyordur" gibi sahneleri de biz artık evde çekebiliyoruz yani...

filmdeki 2 şey çok başarılı idi ama..

birincisi gönderme sahnesi. son sahnede kızımız tahtına oturduğunda yüzüne doğru ağır ağır yaklaşan kamera sürecinde gözlerini hiç kırpmıyor. bu hareket ile aynı kızımızın terminatör 3'teki "robot göz kırpmaz" felsefesine gönderme yapılmış ve çok başarılı..

ikincisi ise kızımızın göğüsleri rolünün hakkını fazlası ile vermiş. emanuelle tarzı bi sevişme sahnesinde oscarlık göğüs performansını keyifle izledik..

son olarak filmin sonundaki o anlamsız 5 dk'ya anlam arıyorum. filmde ne kadar kanlı sahne varsa hepsi tekrar arka arkaya kasvetli bir müzik eşliğinde sunuluyor.. o sahne boyunca kaç kere "bu ne abi şimdi" dediğimizin sayısını unuttuk..

iyi ki oyununu oynamamışım bu güne kadar.. ben sadece film kategorisinde değerlendirerek bu kadar hoşlanmadıysam acaba oyununu oynayanların akibeti nedir diye merak etmiyor da değilim hani..

Çarşamba, Temmuz 19, 2006

Rastlantılarım serisi no:1

İki önceki yazımda* bahsettiğim konuya bir tane örnekle başlama zamanının geldiğini ve geçmekte olduğunu farkettim. giriş örneği "ilahi Neo, o kadar reklam yaptın, karşılaşacağımız şey bu muymuş?" dedirtecek kadar basit olsa da hemen büyük rastlantılardan söz edip ilk karşılaşmanızda yüreğinizi ağzınıza getirip kalp krizi süsü verircesine size zarar vermek istemedim. basit örnekler ile alıştırmalı kısaca :) sıkı tutunun, başlıyorum...

rastlantının X bölümü: yıllar önce vizyona giren ve gidemediğim, ama tivide reklamlarını açıklamalarını çok hoş bulduğum, türkçe ismi "yaşamın renkleri" olan Pleasantville* isimli filmi bu aralar aklıma getirip internetten indirme aşamasına gelmiştim. filmin konusu dışında hakkında en ufak fikrim yoktu.

rastlantının y bölümü: annemlerin bir tanıdığının köpeğine geçici süre bakmamız gerekti. köpek henüz bize gelmeden evde bunun muhabbetleri dönmeye başlamıştı.

rastlantı (xy) : akşam eve gelip her zaman ilk yaptığım şey bilgisayarın monitörünü açıp (bilgisayar tüm gün açık) emule'den inen filmleri vs kontrol etmektir. o sırada annem ile de köpeğin muhabbetini yapıyoruz. baktım Pleasantville filminin henüz 2. cd'si inmiş. olsun hiç yoktan kontrol ederim diye tıkladım filme. tam o esnada annemden köpeğin isminin Mary Jane olduğunu öğrendim. ve kendisine "haaa Mary Jane aslında örümcek adamın kız arkadaşının ismi oluyor" bilgisini verip, akabinde kafamı monitöre çevirip açılan filme bakar bakmaz karşımda örümcek adam duruyordu. yani örümcek adam'ı canlandıran Tobey Maguire. meğerse Pleasantville filminde de bu oyuncu oynuyormuş. ve 2. cd direkt onun yüzüyle başlıyordu.

işte böyle enteresan ve "yaz bunu blog'a yaaaaz" diyeceğim bir rastlantı yaşamıştım..

Çarşamba, Temmuz 12, 2006

Yürüyen Şato *Hayao Miyazaki

ilk önce ve belki de sadece söylenmesi gereken şey adamın hayalgücünün derinliği. ayakta alkışlanır cinsten.. konuşan bir ateş parçası ve ölmemek için kendine sağdan soldan odun alıp atması ve odunun üstüne sarılması nasıl bir hayalgücüdür hayran kaldım.. ayrıca bi sahnede yaşlı büyücünün yorgunluk sonrası sandalyeye bir koşuşu varki. oturup "ohhhhhhhh dünya varmış be" edasındaki tavrını izlemek sanki o değilde biz yorulmuşuz da oturup oh çekmişiz gibi geldi. çok inandırıcı ve sinema koltuğuna biraz daha yaslanmanıza neden olacak kadar süperdi..

sonra görüntüleri çok güzel suluboya gibi renkler.. bu görüntülere uygun müzikler ile 2 saat boyunca hiç sıkılmadan, esnemeden doya doya izledim. hele bu zamanda vizyonda bir anime izlemenin şansını yaşamak bambaşka bişey.

aşk ve savaş karşıtlığı merkezli bir konuya sahip bu anime uyuşturucu özelliğine sahip. git gide renklere görüntülere müziklere hayran olarak dinleniyor, sakinleşiyor, bu masalın içinde kayboluyorsunuz.

burada bir soru geliyor hemen aklıma. bu animede anlatılanlar tamamen bir ilizyon mu ? böyle düşününce kızabiliyor insan. 2 saat boyunca bir ilizyonu yaşayıp sonra kaldığın yerden herşeye devam etmesi soğuk geliyor. çünkü ruhsal durumunuz ne olursa olsun bu animeden çıkınca ilaç almış gibi hissediyorsunuz kendinizi. yaşasın iyilik, oleey kötüler kaybedecek, hadi dünyayı tüm pisliklerden kurtaralım, kuşlar, kelebekler, börtü böcekler, sevgi saygı hoşgörü.. diye kalktığınız o koltuktan aslında bunların pek inandırıcı gelmediği bir dünyada yürümeye devam ediyoruz. işte bu noktada "eee nereye kadar bu ilizyon" diyip filme küsebiliriz. bizi kandırdığı için, oyaladığı için ve üzdüğü için...

Cuma, Haziran 30, 2006

Nereye kadar "sinema" ?!

merhabalar sevgili kusmuk okuyucuları. bu gün yine dönüm noktası olabilecek bir karar ile karşınızdayım. buraya genelde hep sinema ve dizi ile ilgili yazılar yazdım. belki de tek sayılabilecek en büyük hobim olan sıkı bir sinema seyircisi yönümün dışa vurumuydu bunlar. ama kusmuk ?!* başlıklı yazıya bakarsak sinemadan daha çok şeyin mevzu bahis olacağı sezilmiş olabilir.. evet, sinemaya takip etmek manyak bir keyif ama nereye kadar ?!.. biz sinema seyircileri sürekli film mi izliyoruz. ya da küçükken annemiz bizi boş bir cami avlusu bulamayınca bir sinemanın önüne mi bıraktı ki sürekli sinema konuşalım?.. tamam ben yine fırsat buldukça sinema gözlemlerimi paylaşacağım ama biraz da artık bizim sinemamızdan yani senaryosunu yer yer beğenmediğimiz, deneyimlediğimiz hayattan bahsetmek lazım. bir çok filme taş çıkartırcasına ne enteresanlıklar oluyor çünkü bu filmde. üstelik başrolde de bizler varız..

başlangıcı bilmiyorum ama bilincimi hem rahatsız edecek, hem de şaşırtacak bir dizi enteresan rastlantıları, acaip aksilikleri, ying-yang felsefesi ile destekli kelebek etkilerini hissetmeye, yaşamaya başladım. okuduğunuz bu satırları yazdığım andan ortalama 2-3 ay kadar öncesinden beri de "ben bunları insanlarla paylaşsam mı acaba" diye de düşünmeye başladım. çünkü artık kontrol dışı bir sıklıkla karşılaştığım olaylar sillisesinin günü geldiğinde yer kabuğunu bile çatlatacak düzeyde kaosa neden olabileceğini düşünüyorum. ve yeri geldi mi bunun sorumlusunu... yani beni rahatça bilim-adamlarına teslim etmeniz için ve güzel bir araştırma raporu oluştursunlar diye bir nevi mimleme kararı aldım..

şablon başlığını henüz bulamadığım... ama bulduğum an; bir numaralı örneğini yazacağım bu konu kategorisinde; karşılaştığım iyi kötü ilginç rastlantıları, kelebek etkilerini birbiri arasında değer karşılaştırması yapmadan burada paylaşacağım.

Çarşamba, Haziran 21, 2006

Muhsin Bey

"ağlamakla, inlemekle ömrüm gelip geçiyor. devası yok, garip gönlüm günden güne, ah, eriyor."

girişiyle başlayan filmi yıllar sonra (galiba) 2. kez izleme fırsatını bulabildim... zamanında izlenen şeylerin yıllar sonra (nesil geçişi de diyebiliriz..) tekrar izlenildiğinde ilk keyfini vermemesi olasılığı bu sefer olmadı. filmden eskiden olduğu gibi (hatta daha da fazla..) keyif aldım.

türk sineması içinde "beyefendi" diye sayabileceğimiz bir film.. filmin içindeki dünyada (hemen sevinmeyin orası malesef türkiye) yaşayan insanlar arasından "beyefendiliği" ile sıyrılabilecek olan ve günümüzde pek eşi benzeri olmayan ütopik Muhsin Bey karakteri. onun beyefendi duruşu filmin kendisine de sinmiş. bir insan çiçekleri sularken bile bu kadar zarif olabilir mi yahu.. zaten filmin genel havasını da en iyi anlatan sahne filmin sonlarına doğru hapisten çıktığında eski evine gelip ölü çiçekleriyle konuştuğu anlara aittir..

bu filmi zamanında izlemiş "bilinçli" seyirci acaba o yıllarda neler düşündü bilemem ama film yıllar sonraki ülkenin müziğinin geldiği noktayı, ta o zamanlardan bilmiş gibi sanki. nedir değişen ? sadece biraz daha makyajlandı biraz daha evrenselleşti.. o zaman eli titreyerek son kuruşunu şarkı yarışmasına uzatan kişiler şimdi tivilerde juri karşısında çağın getirdiği türlü türlü yarışmalarda aynı kaygıyı.. basitliği.. yapaylığı sergileyerek türk müziğini kanatmaya devam etmiyorlar mı sanki ?!..

yoksa Yavuz Turgul geleceği mi hissetti gördü ve kamerasına yansıttı.. galiba öyle oldu. bunu da filmde; yıllar sonra eşkıya'da yine bir çatı üzerinde rastlayacak olan şener şen ve uğur yücel'in sahnesiyle seyircinin gözüne gözüne soktu. muhsin bey'in intiharın eşiğindeki ali nazik'e "bunu başaracağız.. ben bir adım geri geleceğim, sen bir adım ileri.." sözleri ile mimledi. notasıyla, sülfajıyla, şusuyla busuyla gerçek türk müziği bir adım geri geldi ve ali nazik'lerin lahmacun müziği bir adım ileri atladı...

Pazartesi, Haziran 19, 2006

Ben de sizi bekliyordum bay bond...

geçtiğimiz cumartesi sinemada siyah beyaz bir fragman girdi... üstelik TÜRKÇE dublajlı. allah allah bu nedir yahu yoksa sin city 2 falan mı derken sonradan renkleniyor tabi.. ve M karakterini görür görmez zaten anlıyoruz bunun James Bond filmi olduğunu..

yoksa gözler pierce brosnan* görmeden kavramak zor yani.. ee alıştık bir kere adama. "ayırdılar bizi ondan olacak iş mi" derken yeni bond'umuz yani Daniel Craig* amca beliriyor M karakterine inceden bir ayar verirken..

olucak mı yoksa bu yav falan derken ünlü tema müziğimiz teşrif ediyorlar.. hani olur ya böyle artık zihinlerde kazınan bazı serilerin değişmez ana tema müzikleri fragmanda ortalara doğru esas-oğlan tadında beliriverir karşımızda.. artık biliyoruz bu raconu diye bekliyorum yani kollarımı birbirine kavuşturmuş bir vaziyette. bi ağzımda pürom eksik o derece.. neyse işte beklentisi kadar etkilemiyor ama müzik.. o yüzden "seri filmlerin ezberlenmiş tema müziğinin fragmanda belirme anı karizması" ödülünü "görevimiz tehlike 3"'e veriyorum ben..

bu bond'un sanki biraz pierce brosnan'da fazlasıyla olan... o takım elbiseyi taşıyabilecek centilmenlik durumu eksik gibi. bir o hissediliyor. bu biraz daha yırtıcı bir tip.. aksiyon'a iyi gider ona lafım yok ama o takım elbiseyi nasıl taşıyacak göreceğiz. yoksa öyle tahmin ettiğim bir hayal kırıklığı yaşamadım ben. çok itici gelmediğini itiraf edebilirim..

neyse efenim perdede yönetmenin adı (Martin Campbell*) belirince de şöyle bir düşününce "benim" yüzüm güldü açıkcası. adamımızın mazisinde zaten bir bond filmi (goldenEye*) varmış. sonra antonio'lu banderas'lı benim tadına doyamadığım 2 zorro** filmi de kendisine ait. ve vertical limit. * bunlar bana yetti diye düşünmeyi kesiverdim..

zaten fragman da bitti o sırada...

Pazartesi, Mayıs 29, 2006

Phoenix.. aman işte X-MEN 3..


evet nacizane gözlemlerimi aktarayim.. yalnız ben bir x-men çizgiroman okuma mazisine sahip değilim onu bildireyim en başta. zaman zaman spider-man'e yardım eden çizgi karakterlerin çizgifilmlerinden biliyorum sadece. ve 1. ile 2. film sonralarını kapsayan süreçlerde kendi çapımda (bkz: kendi çapında pasta.. halley) ve arkadaş çevresinin katkısı ile biriktirdiğim bilgilerden ibaret..

film kendini kurtardığından bu başlığı tam olarak haketmiyor aslında yazı.. nerdeyse x-men değil de "phoenix vs dünya" şeklinde birşey izlediğimi düşünüyordum. neyse ki bu dengeli şekilde kendini dizginleştirdi.. tamam phoenix bu.. yani önünde akan sular durması gerekiyor ama filmin ve x-men olayının temeli bence bir sürü mutant'ı içerdiğinden öyle bir "esas-oğlan" ya da "esas-kız" üzerine gitmesi anında dikkat çekebilir.. x-men'i bence diğer çr'lardan ayıran en önemli nokta da budur.. o yüzden bence phoenix daha çok aksiyona girseydi filmde kesinlikle tadı kaçabilirdi.. filmde bir sürü mutant görüyoruz ve seviniyoruz. film bazında doyuyoruz.. yoksa x-men'in tadına doyulabilir mi ? :)

ama film bana kısa geldi. 1 buçuk saat yerine 2 yada iki buçuk saat olsaymış o zaman çok daha iyi olacakmış eminim.. çünkü konusu buna oldukça müsait idi.. ve filmde "aaa yeter artık" denilecek hiç bir kendini tekrar durumu yoktu. ki bir sürü mutant olunca 2-2.5 saat için yeterince malzeme vardı yani..

görsellik yönünden zaten kötü yönde konuşulabilecek hiç birşey yok.. saolsun holywood bizi sinemaya gidip dev ekran ve güçlü ses açısından sorunsuzca tatmin ediyor.. her efekt oldukça yerindeydi ve seyirciye "sırıtıyor" deme şansını asla vermiyor. karakterlerin uçmaları bile çok başarılıydı. zaten phoenix'in çoştuğu sahnelerde çok keyif aldık, nefes kesen sahnelerle doluydu.. x-men'i sevelim ya da sevmeyelim sırf bu görsel başarısı için izlenir bu film.

ve bence filmin posteri de.. ismi de yanlış. posterde angel falan var ama filmde çok zayıf.. gerek yok yani ön plandaymış gibi tutulmasına.. ismine gelirsek zaten bu yazının ana amacını oluşturan noktaya gelmiş oluruz. bu filme serinin son halkası diyorlardı.. bu bilgiyle ki oldukça üzülerek gitmiştim filme. ve filmde son sahneler de dahil hiç bir şekilde son film olduğunu gösteren bir kompozisyon tarzında "sonuç" bölümü yoktu.. çok güzel bir ara film olmuş. ve bence bitmeyecek.. kesinlikle devam edecek..
magneto'nun son hareketinden de anladığımız gibi bu tedavi (şükürler olsun) geçiciymiş.. bunu kabul edersek mystique için de üzüntümüz geçer. ve prof X de bir şekilde geri gelebileceğine göre üzülecek olduğumuz kişiler cyclops olur (o zaten aşktan dolayı dağıtmış bir karakter olarak pekte sağlıklı bir x-men profili çizemeyeceğinden sorun teşkil etmez), jean grey olur ( o da zaten phoenix tarafına yenildiğinden jean grey'e pek dönemeyeceğinden ve phoenix olarakta dünyanın gidişatı açısından büyük sorun teşkil edeceğinden ).. ve okul aynen devam ediyorsa.. wolverine karizma olarak orada kalıyorsa x-men film serisi böyle asla bitmez. kısacası "yaşasın".

magneto'dan özel olarak bahsetmem gerekiyor. resmen yükselişe geçti amcamız.. zaten o rolde başka bir insan düşünemeyeceğim gibi mimikleri dahil bu kadar mı oturaklı olur.. onun mutant özelliği zaten holywood açısından çok "ballı kaymak" konumda olduğundan özellikle otoyol sahnesi zirvede olmak üzere tek kelimeyle taptık.. adamları için yaptığı şeyler (otoyol sahnesi) alkışlanır.. artı köprüdeki araba içindeki kadının davranışı sonrası magneto'nun bakışını kaç kişi unutabilir :) ayrıca "karton kötü" olmaması da çok güzel. hatırlarsınız pyro ile dolaşırken pyro'nun "bıraksaydın prof. x'i öldürürdüm" sözü üzere bile "dur bi dakika dur, onun mutantlar için yaptıklarını hayal bile edemezsin" tarzındaki sözleri ile... sonra phoenix kaçınca onu evinden almaya giderken prof. X ile yaptığı sohbet, tavırları falan hep birbirine herşeye rağmen saygı duyan iki eski inatçı kurt şeklindeydi.. magneto'ya hiç bir şekilde öfke duyamıyorsunuz.. davasında kendince haklı bir ağır abi kendisi. işte bu yüzden finalde kıpraşan satranç taşını görünce çok sevindim..

ve mystique.. filme gitme nedenlerimin başında olan karakter. ve onu canlandıran oyuncunun da büyülü güzelliği.. zaten kendisinin femme fatale'de de izleyip sevdiğimiz bir kişi olduğunu öğrenince çok sevinmiştim zamanında. onun insana dönüştüğü sahne unutulmaz karelere girecektir haliyle :) (bkz: benim bittiğim an o andır) etkileyici güzellik.. kısa ve öz karakter.. bir içim su..

kısaca çizgiromanı okumayan kesimi çizgiromana karşı hırslandırıcak kadar güzel bir dünya var x-men filmlerinde. her filmde ikiye katlandı bu kalite.. son bölüm olmadığını hissettiricek kadar güzel bir ara film benim gözümde.

(bkz: daha iyisi olana kadar en iyisi bu)

Perşembe, Mayıs 25, 2006

Mission: Impossible 3 / Görevimiz Tehlike 3

özlediğimize, beklediğimize değdi bu film. fazla bir beklenti içine girmeden... görevimiz tehlike'nin ne vereceğini bilerek gidip izledim ve sonuçtan memnunum. vaadettiği eğlence ve aksiyonu eski filmlere göre daha gerçekçi olarak yerine getiriyor. süresi boyunca eğlendiriyor.. doyuruyor. daha ne olsun.. tabi diğer iki filmden kendini ayıran çok güzel bir yönü var. "göndermeler zinciri".. buna geleceğiz en sonunda..

filmin özellikle sevdiğim yönlerinden birisi dizicilik sektöründen gelen bir adamın (Lost dizisinin yapımcısı J.J.A) yönetmenliğini yapması sonucunda ortaya çıkan "takım" ağırlığı. dizilerdeki gibi birden fazla başrol mantığını hissettim. artık ajan'ın ek-yardımcı-arkadaşları da belirli ağırlıklara sahipler. genelde ikinci adamlar çok fazla geri planda olurlar. bu filmde daha çok işe yarıyorlar. ve takım oyununun keyfini sunuyorlar izleyiciye.

-bundan sonrası spoiler olabilir-

film ilk film ile ikincinin karışımı gibi bişey olmuş. uzun binaya tepeden girme ve aşağıda bekleyen minibüs ile ikinciye... sarsılmaz güvenli olduğunu düşündüğümüz ajanlık müessesesinin kendi içindeki hainsel çatlaklardan dolayı birinciye benziyor. tabi bunları kendi başına "göndermeler" başlığı altında bile örnekleyebiliriz...

içinde aşk olmayan bir görevimiz tehlike istemiyor değilim hani. ayrıca sonunda karakterin ölmesinin daha hoş olacağını bile düşündüm.. çünkü bu görevimiz tehlike müessesesinin bond gibi bir karakterle özdeşleşmesini istemiyorum. bu olay gözümüzde takım çalışması olarak daha hoş görünüyor çünkü. bond'un alternatifi şekline bürünmesini istemem yani her ne kadar bir bond sever olarak...

aksiyon olarak yeterince doyurucu. abartılı şeylerin derecesi daha düşürülmüş.. işe yaramış. boşa bir sürü patlama alev sahnesi izlemediğimiz gibi aynı tarz bir aksiyona girme hatasından da kurtarılmış. ethan çantayı alırken görmüyoruz bu yüzden. ben beğendim bu ayrıntıyı. safi alev yerine çok güzel bir köprü sahnesi var. oradaki şölene bayıldım.. ve görevimiz tehlikenin ana iskeletini oluşturan kurnaz operasyon ayrıntıları iyiydi.. en çok vatikan çıkartmasına bayıldım. baştan sona kadar kusursuz idi.. ha unutmadan söyliyim Ethan'ın bir sahnede sağdan sola koşuşu var ki unutulmaz karelerim arasına girdi. koştukça koşmuş.. epey yormuşlar :)


göndermelere gelirsek;

göndermeler o kadar spoiler olmuyor gerçekten ama bu tür filmlerde "böyle şeylerin ne kadarını keşfedicez acaba" oyununu oynamayı çok seviyorum. hatta işi abartıp filmin içinde birbirimizi dürterek, filmden sonrada dönüş yolunda sürekli konuşarak göndermelerin tadını çıkardık.

1) ilk olarak motorsiklet sahnesinde "TopGun" göndermesini bulduk.

2) sondaki cep telefonu ile ajanın yönlendirildiği sahne resmen matrix :) çok keyifliydi. araklamadan ziyade hoş bir saygı duruşu hissettim ben. ne de olsa isteseler bin türlü yolla o sahneyi başka türlü çekerlerdi. yönetmenin kendini bile bile zedelemek isteyeceğini sanmam.. hem o sahne sayesinde "matrix'de Neo için Keanu yerine Tom Cruse ve Will Smith alternatifleri" hakkında zamanında yapılmış olan rol teklifleri düşüncesini gözümüzle görmüş olduk. evet.. malesef Tom'dan Neo olmazmış :)

3) sinema çıkışı burundan sokulan öldürücü çip sahnesi ile Arnıld amcanın Gerçeğe Çağrı filmine göz kırpıldığını farkettik.

4) tabi en güzeli... film esnasında o köprüleri görür görmez yine Arnıld'ın True lies'ını hatırlamak... araçların patlamaya başladığı anlarda bu anıyı daha da diriltmek... ve film sonrası yolda buna bir de karısının Ethan'ın ajan olduğunu bilmediğini ekleyip, taşları yerine daha iyi oturtup coşmak idi :))

5) filmin girişinde gördüğümüz sahnenin.. daha sonra filmde asıl yerinde gördüğümüz esnada çalan müzikler bizzat Lost dizisine ait. tam benzemesin diye azıcık değişiklik var ama duymak süperdi...

6) sonunda benim "keşke ölse" dediğim sahnede karısının ethan'ı diriltmek için yumruklarını saydırdığı sahne ise yine Lost'taki Charlie'yi diriltme sahnesine göz kırpmak sayılabilir...

7) yukarda bahsettiğim... ilk filme konusal olarak.. ikinci filme minibüs gibi sahnelerle benzerlik olan durumları da gönderme olarak sayıp, bunlara "vatikan" duvarından inişi ile 1. filme ve başkasının yüzünü taklit etme olayı ile 1. ve 2. filme el sallaması...

8) italyada geçen sahne sonrası tekne ile kaçmaları ufakta olsa "italyan işi" tarzındaydı...

gibi maddeleri sayabilirim.. tabi daha çok ince göndermeler de vardır elbette ama asıl kaynağını izlemediğimden dolayı gözüme çarpmamış olabilir. ama anet sunucularındaki bir arkadaşımın da gözüne çarpıp bizimle paylaştığı göndermeleri de direkt onun ağzından sayayim yeri gelmişken..

9) Pulp Fiction'da bilirsiniz Ving Rhames'i uzun bir süre hep arkadan gösterir, ensesinde bir yara bandı görürüz hep. M:I 3'de Ving Rhames'in enseden göründüğü bir sahnede aynı yerde bir yara izi var, yara bandı düşmüş hali yani :)

10) Bud reklamına gelince, hatırlarsanız, Philip Seymour Hoffman kılığındaki Tom Cruise ile Maggie Q Vatikan'dan kaçarken Lamborghini'yi kanalizasyon kapağının üzerinde durdup kapağı açtıklarında altta Ving Rhames beklemektedir ve aralarında şöyle bir diyalog geçer:
T.C. - What's up? (Naber?)
V.R. - Nothing. What's up with you? (Hiç. Senden naber?)
T.C. - Nothing. (Hiç)
şimdi e-mule, e-donkey, torrent falan gibi bir yerlerden "What's Up?" temalı Budweiser reklamlarını indirin (arama bölümüne Budweiser - What's Up yazmak yeterli) ve reklamların başlangıçlarını izleyin ve iyi dinleyin... Zaten sevdiğim bir reklamdı, cuma günü sinemada ilk duyduğumda hakikaten yarıldım. Hala düşündükçe gülüyorum :)... Bir operasyon ortamındayken heriflerin (Cruise ve Rhames) laubaliliğini hatırlayıp tekrar gülün :).

Pazartesi, Mayıs 22, 2006

Descent / Cehenneme Bir Adım


gerek yakın çevremde gerek internet ortamlarında zaman zaman büyük bir merakla ve üzüntüyle farklı, iyi, güzel, klişe olmayan ya da az klişe korku filmi arayan bir sürü insan görüyorum.

bu arayıştaki insanların bu filmi izlememesi ve hakkında konuşmaması çok büyük kayıp. ingiltere yapımı bu halis muhlis korku filmini türü seven herkese tavsiye ediyorum. uzun zamandır bu konudaki açlığımı fazlası ile tatmin etti dün izlediğim bu film.

tabi klostrofobisi olanlar bir kez daha düşünsün. benim olmadığı halde... filmin o dar mekanlarından geçen kızları gördükçe ben daraldım. psikolojik olarak öyle bir rahatsız ediyor ki... sinema salonu dar geliyor insana :)

film bu türün sahip olduğu klişeleri mümkün olduğu kadar az kullanmış. hani olur ya aslında filme alakası olmayan sıçratma teknikleri. burada 1 ya da 2 taneydi. geri kalan herşey konuyu besleyen yönlerden korkutuyor ve geriyordu. burada ayrıntısını açıklamayacağım ama... "işaretler" filminde çoğunluğu sıçratan o özel ! sahnenin benzeri bu filmde de var ki... o sahnede tüm salon sıçradı birbirine senkronize bir şekilde. onun dışında bu tür filmlerde olan... birbirinden süper güzel hatunların teşhir açısından rol almış olduklarını hissettiren bir durumda yok. öyle çok ahım şahım tipler değil zaten kızlar. gerçi ben Juno rolündeki kızı epey tuttum ama bunun konuyla alakası yok :) siz anladınız zaten ne demek istediğimi... ne çok güzeller. ne de çok aptal. oldukça akıllı davranan kişiler.. yani filmde "bir ölüp çıkayım" diye gösterme tarzı yok.

filmin ışıkları renkleri çok güzeldi. normalde kap karanlık olması gerektiği halde oldukça aydınlık olan ve bu yüzden inandırıcı olmayan mekan durumları yoktu filmde. zaten mekanlar çok dar ve yerin bilmem kaç metre altında olduğundan zifiri karanlık olması gerektiğinden bunu görüntü açısından iyi kullanmışlar. çoğu sahne sadece kafalarındaki kaskların lambaları ile aydınlanıyordu. bu da iyi fırsat olmuş bu film için. sadece kaskın aydınlattığı sahneler gerilim açısından cuk oturmuş. öyle anlar geliyor ve tamamen Gore filmlere saygısını da sunmaktan geri kalmıyor. hatta carrie gibi filmlere göndermesini de yapıyor... film ayrıca "mağaracılık" sporuna bakış açınızı da belki pozitif belki negatif yönden değiştirebilir :) sporun gerçekleştirilme tekniklerini de iletmesi fena değildi.

filmin yurtdışında beğenilme oranı da yüksek. eleştirmenlerin çoğundan olumlu puan almış. zaten posteri üzerinde yazan "yılın en iyi korku filmi" cümlesi de ticari bir numara değil. İngiliz sinema yazarları birliği tarafından "yılın en iyi korku filmi" seçilmiş.

filmde konuşulması gereken çok ayrıntı var aslında daha. ama izlemeyenlerin keyfini kaçırmamak için daha fazla derinlere girmeyeceğim :) malum derinler epey tehlikeli bunu gösterdi bize film. bu filme mutlaka şans tanıyın. hele uzakdoğunun yaydığı psikolojik gerilim dalgasıyla kavrulduğumuz bu dönemlerde serinlik olması adına ilaç gibi gelecektir.