Salı, Ağustos 21, 2007

-Zaman makinası olsaydı...

Zaman makinası konulu sohbetlerde; bir şekilde birileri tartışmanın devamı açısından "zaman makinası olsaydı birileri kesin gelirdi, kimse gelmediğine göre hiç bir şekilde bulunmamıştır" gibi bir yanıt veriyorlar.

Ne zaman bu yanıtla karşılaşsam, hep şöyle cevap vermek istiyorum. :p

İyi de kardeşim, içinde bulunduğun zamanı çok mu gelinip görülesi bir zaman olarak görüyorsun? Kainatın belki de en büyük buluşlarından birini bulan adamlar böylesi bir zamana mı gelecekler? Al işte, biz yaşıyoruz bu yılları. Hiç öyle bir numarası da yok. Bu yıllara gelecek adamın aklından zoru olduğunu düşünürüm. Hiç öyle prof.muş falan demem, saygı duymam, elini öpmem. Üstelik kanımca oldukça maliyetli olacaktır bu yolculuk. Öyle pek ahım şahım olmayan yıllara gidip kaynakların harcanacağını sanmam.

Hadi bunu geçtim, işin etik ve karakter boyutu da var. Bu icadı yapacak adamların senin, benim ve Biff Tannen gibi züppe, serseri, pişkin olacağı çok düşük ihtimaldir. Öyle geçmişe gideyim, at yarışı, sayısal loto, on numara sonuçlarını kendime vereyim, bir yerlere iz koyayım, birileriyle Da-shaq geçeyim, nanik yapayım, eğleneyim diyeceklerini sanmıyorum.

Bu durumda bizim zamanımıza gelecekleri çok düşük bir ihtimal olacağı gibi, gelmiş olsalar bile bunu farkedebilmemiz o kadar kolay olmayacaktır.

Salı, Temmuz 03, 2007

k1 ...melankoli...

...tükenmiş sistemlerde melankoli, ani bir duyarsızlaşma ve sessizlik biçimidir. iyiyle kötü, doğruyla yanlış arasındaki dengeyi koruyabilme ya da buna benzer değerleri birbirleriyle karşılaştırma, hatta daha genelinde bir güçler dengesiyle toplumsal meydan okuma ve amaçlardan umut kesildiğinde geriye kalan şeydir. çünkü sistem her yerde ve her zaman çok güçlüdür, yani üstün ve egemen bir konumdadır...
...
jean baudrillard
simülakrlar ve simülasyon

Pazar, Mayıs 06, 2007

Adaptation. / Tersyüz (Nicolas Cage... s1)


Kafamda özgün bir düşünce var mı? Kel kafamda?
Belki daha mutlu olsaydım, saçlarım dökülüyor olmazdı.
Hayat kısa. iyi değerlendirmem gerek. Bugün kalan hayatımın ilk günü.
Ben yürüyen bir klişeyim. Doktora gidip, bacağımı muayene ettirmem gerek.
Yanlış bir şey var. Kalça kemiğim. Dişçi gene aradı. Çok geç kaldım. İşlerimi ertelemeyi kesersem, daha mutlu olabilirim.
Tek yaptığım koca kıçımın üstünde oturmak. Kıçım bu kadar büyük olmasaydı, daha mutlu olabilirdim. Gömleklerimi kıçımı saklamak için sarkıtmazdım.
Tekrar jokinge başlamalıyım. Günde 5 mil. Bu sefer yapmalıyım. Belki de kaya tırmanışı. Hayatımı tersine çevirmeliyim. Ne yapmam gerek?
Aşık olmam gerek. Bir sevgilimin olması gerek.
Daha fazla okumalıyım. Kendimi geliştirmeliyim. Rusça falan öğrensem nasıl olur?
Ve ya bir enstrüman alsam? Çince konuşabilirim. Çince konuşan ve obua çalan senaryo yazarı bulmak oldukça güç. Bu harika olur.
Saçımı kısa kestirmem gerek.
Kendimi ve insanları saçlarım konusunda kandırmaya çalışmayı kesmeliyim.
Ne kadar üzücü?
Olduğum gibi görünüp, kendime güvenmeliyim.
Kadınların etkilendiği şeyde bu değil midir? Erkeklerin çekici olmasına gerek yok.
Ama bu doğru değil. Özellikle de şu günlerde. Bu aralar erkeklerin üzerindeki baskı neredeyse kadınların üzerindeki kadar.
Neden sadece var olduğum için gülünç duruma düştüğümü hissediyorum? Belki de beyin kimyamdan dolayıdır.
Belki de benimle ilgili yanlış olan şey budur.
Kötü kimya. Hormonel sorunlar ve korkular kimyasal dengesizliğe indirgenebilir.ya da bir çeşit tepki vermeyen sincapsa.
Bu konuda birinden yardım...
ama akabinde de çirkin olacağım.
Hiçbir şey bunu değiştiremez.

...

Kimseyle tanışamıyorum. Panik durumumu ve kendimden nefret etmem dışında hiçbir şeyi anlayamıyorum. Beş para etmez küçük varlık.
Anladığım tek şey bu gibi. Aslında kendi hakkımda yazı yazma konusunda oldukça iyiyim, kendi hakkımda...

...
Yaşamda tıpkı hayalet orkideler gibi şeylerle dolu.
Hayal etmesi harika ve aşık olması çok kolay.
Ama ulaşamadığın zaman, fantezi gibi ve çok kısa süreli.

...

Efendim, peki yazar içinde pek fazla bir şey olmayan bir hikaye yazmaya çalışırsa? insanların değişemiyor ve doymuyorlarsa?
Zorluk çekiyorlar, hayal kırıklığına uğruyorlar ve hiçbir şey çözümlenmiyor.
Gerçek dünyanın daha fazla yansıması.

...
"Sevdiğin şeyi istersin. Seni seven şeyi değil..."

// Nicholas Cage olsun çamurdan olsun felsefesiyle ve Charlie Kaufman'ın dahiliğine duyulan yarı şokluk yarı takdirlik içeren hayranlıkla başladığım bu film; bittiğinde beni de bitirmişti... pişmekte olan yorum gelene kadar bu alıntılarla idare edebilirsiniz.. yada etmeyebilirsiniz.. size bırakıyorum.

Cuma, Mayıs 04, 2007

UMUT

Bir zamanlar saftı. Herkesi olduğu gibi kabul eder, kısa zamanda sever ve gönülden inanırdı. Bencillik, çıkarcılık, kötülük yokmuş gibi gelirdi ona, sanki hepsi büyüklerin kuruntularıydı. Bizzat yaşasa da inanmaz, hemen affeder, yeniden güvenirdi insanlara. Kin tutmaz, anlık yaşardı. Herkesi de öyle yapar sanırdı.

Zamanın insanlarla paylaşmak için olduğunu düşünür, kendine pek ayırmazdı. Dostlarının gözlerine bakar ve ne hissettiklerini anlardı. Belki bu yüzden hep ona anlatırlardı dertlerini. En öfkeliyi bile kahkahalarla güldürürdü sonunda... Bir tek büyükleri anlayamazdı, onların gözlerinde öfke görünce suçu hep kendinde arardı. Bilmezdi ki onlar bir şeye sinirlendiklerinde her şeye ateş püskürürler. Kendilerini unutup suçlayacak bir başkasını ararlar durmadan…

Hep heyecanlı ve neşeliydi. Yerinde duramazdı. Dersi dinlerken neden sürekli öğretmenin gözlerinin içine bakması gerektiğini, neden resim yapamayacağını, neden sınavları kolayca geçebilecekken daha yüksek not alması gerektiğini, kopya vermenin, kalemlerini silgilerini hediye etmenin, kurallara uymadıklarında arkadaşlarına arka çıkmanın neden yanlış olduğunu anlayamazdı bir türlü. Neden diye sorardı durmadan.
Saftı çünkü… Olduğu gibi yaşar, herkesi de öyle yapar sanırdı. Bilmezdi ki büyüyünce kabul edilmek için kendi olmasının yetmeyeceğini… Ne istediğini, hayatının amacını hiç bilmese de kendinden bekleneni yaptı, vardı elbet büyüklerin bir bildiği. Bir iki iyi okul kazandı, okudu, bitirdi, büyüdü, büyüdü. Hiç aklına gelmedi insanların kalbindeki öfkenin bir gün onu da yoracağı.
Sonunda herkesin başarısına imreneceği bir yere gelmişti. Şimdi çabalarının meyvelerini toplama zamanıydı. Artık kendisiyle baş başaydı. Bir an durdu ve geriye baktı. Şimdiye kadar fırsat bulamamıştı buna. İşte o an en korkunç şey geldi başına. Gördüklerine önce inanamadı. İnkâr etmeyi denedi, olmadı. Aynayı aldı, yüzüne baktı. Çok şaşırdı, öfkelendi, bağırdı çağırdı. Ama sonunda pes etti ve kabullendi gerçeği.
Gördüğü kişi o değildi. Gözlerindeki bakış değişmiş, ışığını yitirmişti. “Alın işte” diyordu yüzündeki çizgiler. İstediğiniz gibi oldum. Her dediğinizi yaptım. Yapabileceğimi kanıtladım. Peki ya şimdi? Şimdi ne??? Ağlamaya başladı. Yıllardır gizli tuttuğu hüzün boşalıyordu yüreğinden. Nasıl da değişmişti. İnanmadığı şeylere nasıl evet demiş, nelerin kölesi olmuştu. Nasıl derinleşmişti tanımadığı bu korku, nasıl da insanları yargılar olmuştu. Bunca zaman şansının yaver gitmesine bile öfkeleniyordu şimdi. “Ben neredeyim, kimim ben!”
Dönüm noktasındaydı artık. Ya herkes gibi kendine sunulan gerçekliği kabul edecek, ya da yüreğinin sesini dinleyecekti. Korkuyordu çünkü hiçbir şey kolay olmamıştı ve bundan sonra daha da zorlaşacaktı. Tanıdığı herkes “ne oldu buna, neden bunca şeyi elde etmişken kenara itiyor?” diye soracaktı. Anlayamayanlar küçümseyip gidecek, sadece gerçek dostları kalacaktı. Her şeye rağmen dönüm noktasıydı. Bekledi… Şüpheci vızıltılar, meraklı sorular başladı hemen, hiç şaşmadı.
Düşünmeyi boş verdi, sadece durdu. İçinden ne geliyorsa yapmaya karar verdi. Sonra bir gün etrafta tuhaf bir şeyler olmaya başladığını fark etti. Önce anlamadı. Bir kez daha olmasını bekledi. İki, üç, beş, yok artık uyduruyor olamazdı. Her şey birbirini izliyor, kilit sihir gibi en doğru zamanda en doğru noktada açılıyor, gerçekleşmesi olasılıkça çok düşük şeyler gerçek oluyordu. Bu kadarı tesadüf olamazdı, hatta şanstan da öte bir şeydi.
Bazen o kadar büyüktü ki olsa olsa mucize denilebilirdi. Çok şaşkındı ama kalbinin derinliklerindeki gizli bir yer olan biteni hiç de yadırgamıyordu sanki. Aksine “Ben hep buradaydım yahu, ne bakıp duruyorsun öyle?” diye kıkırdıyordu neşeyle. Sonra, aslında bunu bir yerlerden hatırladığını fark etti. Epey önceleri, küçükken, benzer şeylerin olduğunu ama üzerinde durmadığını anımsadı.
Nasıl olabilirdi? Bu olsa olsa tek bir şekilde açıklanabilirdi. Bu, birlikti, arzuydu, umuttu. Bu evrenin mutlak dengesiydi. Söylemeye cüret edemiyordu ama doğru olduğunu biliyordu. Bu, bu, Tanrı’ydı. Aman Tanrım! İdrak ettiği o an, tarifi olanaksız bir şey oldu. Yüreğini kaplayan heyecan ve mutluluğu anlatmaya çalışsa kelimeler yetmezdi. İçindeki sevgi gözlerinden taşmış, ağlamak istiyordu… Hiç bir şeyi bu kadar sevemezdi. Nedenini bilmiyordu ama eve dönmüş gibi hissediyordu.
Yüreğinde bir şeyler yeniden alevlenmişti. Bu hissi tekrar, sürekli yaşamak istiyor ama onu kovaladıkça uzaklaşıyordu. Bulmaya çalışmak, kaybettiğine inanmaktı çünkü. Uzaklaştıkça ümidini yitiriyordu. Aklı şimdi eskisinden de fazla çelişki üretiyor, dizginlenemiyordu. Bir cevap bulmak için her yolu deniyor, her bilgiyi almaya çalışıyor, bilgilendikçe bilmediklerinin ne kadar fazla olduğunu görüp daha da çaresiz hissediyordu kendini.
Üstelik derdini anlatabileceği kimse de yoktu. Eskiden konuşabildiği herkesin tek derdi para olmuştu. Sürekli aynı şeyleri söylüyorlardı sözleşmiş gibi. Ne hissettiğini bile anlatamaz olmuştu kimseye. Samimiyet, sanki sadece dedikodu yapabileceğin birileriyle takılmaktı artık. Yüreğindeki yalnızlığı kimsenin anlayamayacağını düşünüyor, içine kapanıyordu gitgide.
Çocukluğunu özlüyor, keşke her şey eskisi gibi olsa diyordu. Var olmak için samimiyetsiz olmak şart mıydı? Depresyon muydu bu, yoksa kendini kaybetmek mi? Kendini kaybetmekten korkmalı mıydı peki? İnsanlarla olamamak, olmamak mıydı? Hiç kimseyle konuşmasa bir süre, bir hiç mi olurdu? Hiçbir şey düşünmese… Neden varken yok olmak isterdi ki insan? Çözüm neydi? Ölüm mü?
Neyse ki hep güzel rüyalar görüyordu. Konuşmayan insanlarla tanışıp, hiç gitmediği kentlerin boş sokaklarında, kumsallar, vadiler üzerinde uçuyordu. Hep hayalini kurduğu kimsenin kimseden korkmadığı o dünyaya geri dönmek için artık o kadar çok uyuyordu ki... Keşke gerçek de öyle olsa, herkes birbirini affetse diyordu ama kendi bile affedemiyordu artık kimseyi.
Peki, kısa süre önce içine doğan o umut ışığına, o ilahi güce ne olmuştu. Neredeydi şimdi? Her şeyin düzeleceğine dair inancı da mı bir hataydı? Ona o kadar güvenmese şimdi böyle mutsuz olmazdı. Özgürlük bu muydu? Ne kadar da aptaldı. Herkes gibi bir şeylere tutunup yaşasa ne olurdu? Farklı olması şart mıydı sanki!
Her şeyi boş vermeye karar verdiği bir gün, bir şey fak etti. Aslında her şey bitmemişti. Eskiden saftı ama şimdi birçok şey biliyor, insanları daha iyi tanıyordu. Bazı şeylerin sebebini, hayatındaki büyük planı görebiliyordu. Her şey olması gerektiği gibiydi. Değişim şarttı ve bu onun hayatındaki en büyük değişimdi. Şimdi yeniden inanıyordu kendine. Arada bir şüphe duysa da bir şeyler ona doğru yolda olduğunu göstermeye çalışıyordu. Tek sorun fazla acele etmesiydi. Bütün inançlarını geride bırakmak elbette kolay olmayacaktı.
En yakın dostuna anlattı derdini o gün. Onay beklemiyordu. Sadece içini dökmek istemişti. Bir de baktı ki aynı şeyleri o da düşünüyor. Bunca zaman o da dile getirememiş hissettiklerini. O an sanki bir kapı açıldı aralarında. O kapıdan ışık sızıyordu. Bu ışık karanlığın içinde küçük bir aydınlık yarattı. Belki dedi, belki herkes böyledir. Herkes sevgiyi arıyordur. Ama hep korktuklarından gösteremiyorlardır içlerindeki o yalnız çocuğu.
Ağlamak, zayıf görünmek, kalplerini açmak zor geliyordur belki. Çünkü her şey ayıptır, yasaktır küçükken. Büyüdükçe büyükler gibi oluyorlardır ister istemez. Kalplerinin en gizli köşesinde saklıyorlardır belki o küçük sevgiyi tamamen yitip gitmesin diye. Oysa bilseler serbest kaldığında neler yapabileceğini. Hayatlarının ne kadar değişeceğini… Yalnız kalmamak için herkes gibi olmak zorunda olmadıklarını, yalnızlıktan korkmanın, yalnızlığa çare olmadığını bir bilseler…
Şimdi daha iyi anlıyordu. Sanki sinsice oluşan o maske düşüvermişti. Biliyordu ki her şey değişiyordu ve belki bir gün gerçekten kavuşacaktı hayalindeki o dünyaya. Kavuşamasa bile daha mutluydu şimdi. Umut geri gelmişti…
// yazı için ziondaşım chaosmyth'a teşekkürler...

Pazar, Nisan 29, 2007

m1

...
ne mektebimde vardı huzurum, ne vardı evde,
çıkıp bir başıma ağlamaktı belki caddelerde,
hayallerin kurulduğu ve düşlerin yok olmadığı,
bu gözlerinse dolduğu, zamanın donduğu bir yerdeyim,
düşünceler dumanlı dağlar aynı, gözse puslu,
bir bakmışım mesafeler uzun ve tozlu,
benimse yol yürür gider bir seyyah olurum,
ne paranın bir değeri vardır aslında, ne de şerefle onurun...
...
ve kimi zaman düşündüm,
aslında hiç üşenmedim ben hep düşündüm,
hayata karşı dört silahşör hep güler sanmıştım,
bu öyle lanet olası tos bir pembe ki bir baktım her şey ciddi...
hemen uyandım...

...
...ceza / gelsin-hayat-bildiği-gibi //...

Çarşamba, Mart 28, 2007

Yanlış yolun yanlış yolcuları...


aslında genelleme yaptım başlıkta. bazen birşey yapıp sonra ondan pişman olmanın zevkini çıkarmaya çalıştığım ilginç bir zaafım olabiliyor. aşağıdaki listelenmiş arama örnekleri, internet kullanıcıların bu blog'a gelerek sonlandırdıkları yolculuklarının arama motorlarındaki başlangıç anlarını simgeliyor. içlerinde tabiki tam isabet eden aramalar var. ki zaten bu yüzden genelleme yaptım diye başladım bu paragrafa. üstelik pişman olmanın getirdiği zevk de kalmadı artık. kısa süreliydi. hem zaten hepimiz beş dakikalık zevkin eseriyiz di mi ama?.. ayrıca bu arama örneklerini sizlere de gösterebilmek için bilinçli olarak buraya yazarak, arama sonuçlarında bu kelimelerin bu blog dahilinde bulunma şanslarını artırıyor olmam da ayrı bir ironi meselesi olmakta.. o yüzden hey sen piştt!, altını üstüne getirme bakayım blog'un. yok burada emanuelle fragmanı falan. ama o kadar zor durumdaysan at bana bir mail yollayayım sana tüm serinin divx'lerini...

-bileğini kesenler
-sinema işaretler filmini izle
-kusmuk görüntüsü
-bilgisayarda girilen msn şifrelerini çalma
-prison break 2.sezon
-zombiler
-emanuelle fragman
-kusmuk
-oceanland
-msn eski kayıtlar
-prison break 2 sezon
-lost - soundtrack albüm
-alejandro gonzalez film anlayışı
-prison break sezon 2
-prison break 1. sezon bölümleri
-kayıkçı filmini izlemek
-msn piçi
-testere 3
-en kusmuk espriler
-msn hiç bişey sılınmesın
-prison break internet adres
-hoşgörünün güzel insanı ağlatacak şiirleri
-film kore innocent step
-msn ye adımızın resimini nasıl olur?
-konuşabileceğim açık msn ler
-durucam burda gidişini seyredicem
-ilizyon örnekleri
-msn listemdeki silinen adresleri geri alma
-silah çeşitleri bak
-kendi isminle msn adresi alma
-sadece kusma
-vampir kurt adam
-love story
-prison break 2sezon
-dora aşık olmuştum
-rüya kusmuk
-msn piçi
-john travoltanın filmleri
-msn piçi
-msn konuşma kayıtların
-doktorlar dizisinin 5.bölümünü izlemek istiyorum

Pazartesi, Mart 26, 2007

365. Gün...


öğrendiğimde* ve kırkında* bahsettiğim arkadaşımız Tuğhan'ın (MOUSE*) sessizliğinin üzerinden tam üç-yüz-altmış-beş gün geçmiş. halen bu ayrılığı sonlandırmamakta... oradan dönmemekte kararlı görünüyor...

burada daha önce de yazdığım... zaten hep sevdiğim okan bayulgen'in soner arıca şarkısı içinde okuduğu ve ağzına çok yakışan şiirinin;

durucam burada
gidişini seyredicem
kıpırtısız... sakin gibi görünücem...
kavgasız olucak... fırtınasız olucak...
saçma-sapan olucak...
organlarım birbirine vurucak
arkandan sessiz bakacam
ben yine SALAĞI oynıyacam...

kısmındaki gibi salağı oynamaya devam ediyorum... bir arkadaşın ölümü değil bunları yazdıran.. "ölüm" olgusu değil. öyle olsaydı her ölene ağlardık, her ölene üzülürdük, her ölene saygı duyardık. ama öyle değil.. canlı haline bile katlanamadığımız, artık saygı duymadığımız nice kişilerin gelip geçtiği şu hayatta evet işte bu yüzden "ölüm" değil bunları yazdıran.. bizzat "ölümü" yakıştıramadığınız arkadaşınız, onun tamamı, onun varlığı, onun izi bize bunları söyleten... yani ölüm sana aslında güle güle.. senin arkadaşımızın isminin önünde bile yerin yok. sen git, seni yaratanın yanına..

yine çok sevdiğim okan bayulgen'in, yine çok sevdiğim yedi karanfil'in bir albümündeki, rastlantı bu ya onun çok sevdiği bir arkadaşına yani boran kaya'ya, geçirdiği trafik kazası sonrası ardından yazdığı mektubunu dinlerim uzun yıllardır. nedensizce sevdiğim, dinlemeye bıkmadığım bu ağıt'ın bir gün gelip de olay örgüsü bünyesine kendine bu kadar uygun yer edineceğini tahmin edemezdim. sanki bir puzzle'ın eksik parçası gibi.. ama bu sefer herşey tersten.. yani önce bu puzzle parçası vardı ve her zaman kendine uygun, onu tamamlayıp oluşturacağı, içine uyacağı bir şekil aramıştı. hadi gelin biz bu şekle "hayat" diyelim ve mektubu okuyalım.. kızarttığım yerler benim ben'im diye düşündüğüm yerlerdir. tabi her ne kadar bencil olmayı sevsem de aynı zamanda senin sen'in de olabilir, orasına ben karışamam...


oğlum sana bu mektubu bizim cehennemden yazıyorum. bir yaşıma daha gireceğim neredeyse. tabi bundan haberin yok senin. kronometreye erken bastığın için, beni hep yakışıklı hatırlayacaksın. bizi bırakıp gittiğin yerde, eski güzel günleri düşünüp hayıflanacaksın...

ama dur!

sen hatırlıyor musun beni?
peki sen herhangi bir şeyi hatırlıyor musun?
ben yirmiydim tanıştığımızda, sen beni en son otuzbeşimde gördün İstanbul'da. sonra sen kaş'ta öldün. o akşam aynı anda geldik antalya'ya. sen beni görmedin, ben sana bakıyorken...
ben sana öyle dikkatli baktım ki oğlum ayrılırken, sen iyi ki görmedin beni. yoksa gözgöze gelir gülerdik, eskisi gibi. olmadık bir yerde gülerdik ya hani? öyle olurdu yine. gözlerimizi kaçırırdık ciddiyeti bozmamak için. hani sahnede olduğu gibi. sen ağlarken bakamazdım ya sana. sinirimi bozardın, gülerdim. çünkü sen her boktan şikayet ederdin oğlum.. öyle çok şikayet ederdin ki, sonunda sıkılır gülerdim. sonra sen de sıkılırdın kendinden. başkası gibi olmak isterdin. mutlu olan bir başkası gibi. dert etmeyen biri...
hani, benim gibi biri...

birşey diyeyim mi sana oğlum? şimdi dönsen buralara... ne gidilecek bir yol, ne uğruna ölünecek bir kadın....
herneyse...
ama kadınları çok dert ederdin sen. ama onlar seni severdi oğlum. ama sen çok ağlardın onlar için. sevemezdin kendini bir türlü. onlar seni çok sevse de, senin gibi olmak istemezdim o zaman...

daha çok sevin beni!
daha çok gülün bana!
beni daha çok isteyin!
daha çok!
ama seni en çok ben...

birşey diyeyim mi sana oğlum? şimdi dönsen buralara... ne gidilecek bir yol, ne uğruna ölünecek bir kadın, ne de sabahlara kadar konuşarak sana vaadettiklerim...
kandırdım seni oğlum,
parayı dert etme diye. yok öyle birşey, başarısızlık diye.
illa da başkası olmaya çalışma salak gibi, bir kadın için ölme diye, kandırdım...

artık umrunda değil mi bunlar? artık bozulmuyor musun bu işlere? aşkın da bir önemi kalmadı mı yoksa? o kadın için ölmez misin bir daha? ne var, bir kere daha ölsen?
değmez mi o kadın buna?
Hani, hani değerdi? çıplak ayaklarıyla yürürken mezarının üstünde. keyiflenmeyecek misin toprağın beş karış altında? öyle de oldu zaten, vasiyet ettiğin gibi. çıplak ayaklı kıza...

bıraktın değil mi oğlum?
bıraktın, gittin...
Peki!

ama ben buradayım hala. ben devam ediyorum. peki sen bakıyor musun bana oradan?!
gülüyor musun bana?! sanıyor musun ben aynı şarkıyı söylüyorum?!


beni daha çok sevin!
bana daha çok gülün!
daha da çok isteyin beni!
beni daha çok özleyin!

ama seni...
seni en çok ben, ben! hayır, ben çok değiştim oğlum. bir başkası değilim artık...
vazgeçtim maymunların dünyasından... bıraktım alkışları... istemiyorum kahkahaları...
istemiyorum bir aptal gibi yaşlanmak...

işte belki de bu yüzden,
seni en çok ben...
en çok ben özlüyorum!

BENİM...

ÖLÜ...

ARKADAŞIM!...

Çarşamba, Şubat 14, 2007

5) Bilek Kesenler: Bir Aşk Hikâyesi


çok iç gıcıklatıyor filmin konusu.. böyle melankolik, karamsar ve az-çok aşk içeren filmlerin seyrine doyulmuyor...


Bilek Kesenler: Bir Aşk Hikâyesi / Wristcutters: A Love Story *

----------------------------------------------------------------------------------------------------


"Hayat bir yolculuktur, ölüm sonrası ise delicesine bir macera!"
(filmden)


Film* hakkında;

Yirmili yaşlarındaki Zia (Almost Famous'dan Patrick Fugit) kız arkadaşı Desiree'den ayrılmanın acısına dayanamayarak intihar eder. Uyandığında kendini sadece intihar edenlerin yaşadığı garip bir ölüm sonrası dünyada bulur. Burası tuhaf bir yerdir; barlarda sadece Joy Division ve Nirvana gibi intihar etmiş elemanlara sahip grupların şarkıları çalınıyordur, renkler ise daha bir solgundur. Hayat aslında öteki taraftaki gibidir, sadece "biraz daha kötü". Tesadüfen eski kız arkadaşının da intihar ettiğini öğrenen Zia, komik bir Rus rock şarkıcısı ve hata sonucu oraya düştüğünü ısrarla savunan bir otostopçuyla (Shannyn Sossamon) birlikte Desiree'yi bulmak için hurda bir arabayla yola koyulur. Bilek Kesenler: Bir Aşk Hikâyesi temelde bu üç karakterin, söz konusu garip dünyada yaptıkları yolculuğun filmi; yolda karşılaştıkları tuhaflıklar arasında Tom Waits tarafından işletilen, mucizelerin sıradan sayıldığı bir komün bile var. Yılın en çok konuşulan ilk filmi, Sundance büyük ödüllü Bilek Kesenler: Bir Aşk Hikâyesi, özlemini çektiğimiz türden gerçek bir "bağımsız" -kara mizah anlayışı, kafası karışık ve derinlikli karakterleri olan, çapı küçük, kalbi büyük bir film; kaçırmayın!


Ödülleri:

2006 Sundance, Jüri Büyük Ödülü
Philadelphia, En İyi İlk Film
Gen Art, En İyi Film
Seattle, En İyi Yönetmen
Edinburgh
Oslo
Stockholm


Yönetmen: Goran Dukic
Ülke: ABD


Tarih: 21.02.2007
Saat: 19:00
Salon: AFM Fitaş Beyoğlu 1

Tarih: 19.02.2007
Saat: 22:00
Salon: AFM Caddebostan

14 Şubat diye birşey yok...

cidden bakın inanmayın. öyle bir gün yok. yani, var da o duyguyu size vermez inanmayın. sıradan bir çarşamba günü olucak o... göreceksiniz bunu. adı sefgililer günü diye,14 şubat tarihli "çarşamba" isimli günün hiç bir havası olmayacak diğer altı tane gün kardeşi arasında. ya da sefgilisi olmayanlar 13 şubat gecesi yatıp da 15 şubat sabahı uyanmayacaklar. herşey aynı olacak benden söylemesi.

çünkü gerçekten sevgiliyseniz, her gün sizin için özeldir zaten. ya da salı günü var olan şey (aşk gibi) çarşamba günü neden farklı bir şey gibi yaşansın? aşk insanların koyduğu hiçbir kurala ya da özel güne boyun eğmemeli. Aşk, sonsuzdan gelir ve sonsuza gider... bu yüzden başlangıç noktasını bulmak mümkün değildir ki kontrol altına alınabilsin. senede bir gün aşk konuşup, aşk düşünelim istiyorsanız, bu kadar da kararlıysanız şayet; size iyi sevgililer günü diliyorum... "aşk yaşama komedyenle fıttırın, cam kırığı ile alma taharet yırttırın! O kadaaaaar...." (valla bu son cümlenin ne anlama geldiğini sormayın ben de bilmiyorum okuduğum bir yerden bir cem yılmaz yazısından çaldım :) )

yukarıdaki bu iki paragraflık yazının 14 şubat'ta 14 şubat ile ilgili olması dışında ilginç bir özelliği ve anısı var bende. şöyle ki; ben bu yazıyı icq kullandığım dönemlerde 2001 yılının 14 şubat'ında program üzerinden tüm arkadaşlarıma toplu mesaj olarak yazıp göndermişim. hatta yememişim içmemişim, takip eden 1-2 yıl süre zarfında da tekrar kopyalayıp tekrar kullanmışım. ve böylece zaman geldi çattı kusmuk'a da kısmet oldu işte... kısaca şunca yıla rağmen bu konudaki düşünce yapımda hiç bir değişiklik olmamış. umarım yıllar boyunca hatta ölene kadar da değişmez diyelim...

Cumartesi, Şubat 10, 2007

4) Graffiti aşıklarına...




Sonrası: Bir Sokak Sanatı Rehberi / Next: A Primer On Urban Painting*
---------------------------------------------------------------------

"İnsanlar, reklamlar, logolar ve sloganlarla; kapitalizmin diliyle büyüyor... Her gün 500 reklam panosunun bombardımanına uğramak mı zorundayım? Sokaklar kamuya aittir, diyorlar ama sadece (reklamın) parasını ödersen. Parasıyla reklam yapmak iyi hoş, ama bunu sade bir vatandaş istediği zaman, tü kaka."
Pablo Aravena (yönetmen)


Film* hakkında;

Görüntü kirliliği ve vandalizm mi, yoksa büyük şehirlerin arka sokaklarında doğmuş olsa da artık sanat galerilerinin gözdesine dönüşen tartışmalı bir sanat hareketi mi? Montrealli belgeselci Pablo Aravena dünya kazan ben kepçe misali bizi New York, Paris, Londra, Barselona, Berlin, Amsterdam, Montreal, San Paulo ve Tokyo sokaklarında uzun, heyecan verici bir görsel şölene çıkarıyor. Graffiti artık 35 yaşında ve üç farklı kuşak yetiştirdi.
Belgeselde, hareketin öncüleri de dahil olmak üzere graffitinin ağır abi ve ablalarıyla tanışıyor, sadece işin içindekilerin görebildiği bir şeye tanık oluyoruz: Ustaları iş başında izlemek.
70'lerde Brooklyn'deki trenlerin üstünde gözlerini hayata açan graffiti, biraz da ülke ülke gezen graffiti kaplı trenler sayesinde, hızla tüm dünyada duvarlara sirayet eden bir salgına dönüşür. Tüm olumsuz çağrışımlarına rağmen, günümüzde modern graffiti, modadan reklamcılığa, müzikten sinemaya, etkileri birçok alana yayılmış bir küresel kültür biçimi olmuştur.
Aravena'yla çıktığımız 'dünya graffiti turu'nda daha önce görmediğimiz yaratıcı çalışmalara tanık oluyoruz: Berlin ve Amsterdam'dan net, çizgisel, mimarî graffitiler ve geometrik enstalasyonlar, maskeli Japon graffiticilerin kaşla göz arasında büyük hünerle ortaya çıkardığı Kanji stili "tag"ler, çalışmalarını yeraltı mezarlarında gerçekleştiren Parisli sanatçılarla çıkılan gizli bir yolculuk ve üç boyutlu resimler gibi.


Ödülleri:

2005 Montreal
2006 Rotterdam
Melbourne


Yönetmen: Pablo Aravena
Ülke: Kanada - Fransa



Tarih: 23.02.2007
Saat: 15:30
Salon: AFM Fitaş Beyoğlu 2


Tarih: 24.02.2007
Saat: 13:00
Salon: AFM Fitaş Beyoğlu 2


Tarih: 18.02.2007
Saat: 15:30
Salon: AFM Caddebostan

Cuma, Şubat 09, 2007

3) Renaissance... kara bir çizgiroman estetiği...




öncelikle 11 mb'lık fragmanını indirip* konuya vakıf hale gelebilirsiniz. görmek lazım yani anlatmakla olmaz bunu...

if'in* bombalarından. sincity* tadında bir animasyon filmi. kara.. siyah-beyaz.. noir etkilerine sahip.. paris'te 2054 yılı... animatrix'in bölümlerinden birisi vardı hatırlarsanız. trinity'nin hikayesini anlatıyordu. işte onun gibi birşey...


Rönesans / Renaissance*
-------------------------------

"1950'lerin film noir'ları, yapıldıkları dönemi yansıtan suç filmleriydi. Bizim filmdeki karakterler o türe ait ana tiplemeler olsa da, kendi dönemlerinin insanları oldukları için güvenlik, terörizm ve küreselleşme gibi konularla kafayı bozmuş durumdalar."
Alexandre de la Patelliere (senaryo yazarı )


Film* hakkında;

2054 yılında Paris insanların her hareketinin izlenip kaydedildiği bir labirent gibidir. Kendini korumak adına dünyadan kopmuş olmasına rağmen, genişlemeye devam etmiştir. 21. yüzyılın gökdelenleri, tarihi yapıların üstünden yükselirken, plazalar yeraltının eski tünelleriyle çarpışmaktadır. Sonsuz gençlik ve güzellik sattığını vaat eden Avalon şirketi ise şehrin her alanında etkisini hissettirir. Avalon'un en başarılı genç araştırmacılarından biri olan Ilona kaçırılınca, şirket onu bulmak için Parisli polis memuru Barthelemy Karas'ı tutar. Ancak Ilona'yı bulmak için Karas'ın, şirket casusluğu, organize suç ve genetik araştırmalar gibi dünyalar arasında mekik dokuması gerekecektir. Bu dünyada gerçek, sadece tutsaklık yaratıyor; mucizeler ise çok yüksek fiyatlarla satın alınabiliyor. Görsel tarz olarak Rönesans'ın eşi benzeri henüz görülmedi. Yakın geleceğin bu karanlık ama cezbedici portresi için live action görüntüler, daha sonra 3D animasyona ve siyah-beyaza dönüştürülerek, çizgi romanların estetiği olduğu gibi hayata geçirilmiş.

Ödülleri;
2006 Annecy, En İyi Film
Toronto
Helsinki
Stockholm


Yönetmen:Christian Volckman
Ülke:Fransa - İngiltere - Lüksemburg


Tarih: 20.02.2007
Saat: 19:00
Salon: AFM Fitaş Beyoğlu 1


Tarih: 24.02.2007
Saat: 15:00
Salon: AFM Fitaş Beyoğlu 1

Perşembe, Şubat 08, 2007

2) Bush öldürülmüş...




Bir Başkanın Ölümü / Death of A President*
----------------------------------------------------------

"[Bush] 100 binden fazla insanın ölümünden sorumluydu. Eğer bir savaş suçları mahkemesinin karşısında çıksa ve suçlu bulunsaydı, idam cezasına çarptırılabilirdi."
(filmden)


Film* hakkında;

Yılın en çok konuşulan filmi Bir Başkanın Ölümü, 2008 yılında çekilen ve 19 Ekim 2007 tarihinde öldürülen ABD Başkanı George W. Bush'un suikastını konu alan hayali bir belgesel olarak kurgulanmış. "Belgesel" gerçek arşiv görüntülerini, titizlikle çekilen röportajlarla birleştirerek hikâyesini kuruyor. Film, Chicago'ya gelen Bush'u sokaklarda karşılayan büyük ve öfkeli bir kalabalığın görüntüleriyle açılıyor. Başkan bir otelde vatanseverliği üzerine konuşma yaparken, dışarıdakilerin öfkesi patlama noktasına geliyor. Gerginlik git gide tırmanıyor ve nihayet Bush'un öldürüldüğü sahneyle son buluyor. Suikasttan sonra film FBI'ın tetikçiyi bulma çabasının izini sürüyor. Sonunda Suriyeli bir adam idama mahkum ediliyor. Ancak bu adamın gerçekten suçlu olup olmadığı belli değildir. Asıl rolü acaba Orta Doğulu olduğu için Bush'un ölümünün "bir terör eylemi" kılıfına sokulmasını mı sağlamaktır? Filmin asıl başarısı, gelecek perspektifini kullanarak günümüzün en can alıcı siyasi konularına parmak basması. Yönetmen Range, günümüz Amerika'sında elden giden özgürlükleri ve savaşın faturasını açıkça ve çarpıcı bir biçimde sorgularken, seyirciyi gözlerini açmaya davet ediyor.


Ödülleri;
2006 Toronto, FIPRESCI Ödülü

Yönetmen:Gabriel Range
Ülke:İngiltere


Tarih: 19.02.2007
Saat: 22:00
Salon: AFM Fitaş Beyoğlu 2

Tarih: 23.02.2007
Saat: 22:00
Salon: AFM Fitaş Beyoğlu 2

Tarih: 17.02.2007
Saat: 22:00
Salon: AFM Caddebostan

Salı, Şubat 06, 2007

1) Siktir / Fuck



sonunda geldi çattı, 15-25 şubat arasında gerçekleşecek olan !f istanbul 2007* programı açıklandı.. tüm filmlere ait notlara festivalin kendisini gibi güzel olan sitesinden* istediğiniz gibi ulaşabilirsiniz. ama aşağı yukarı 50 tane kadar film olduğu için bir noktadan sonra yorabiliyor. ben tamamını inceledim. kendi ilgimi çeken filmlerden başlıklar halinde bahsetmeyi uygun gördüm. gerçekten çok ilginç, manyak, farklı, yenilikçi filmler söz konusu... öyle böyle değil..


Siktir / Fuck*
--------------

"'Siktir' diyemeyince, örneğin, 'Hükümet siktirsin' de diyemiyorsunuz."
Lenny Bruce (filmden)


Film* hakkında;

Hayır, seks değil, iktidar hakkında bir film Siktir; dil üzerinden oynanan iktidar oyunlarını konu alıyor. "Adını söyleyemeyen film" olarak lanse edilen film, Hollywood'dan okullara, hatta Senato'ya kadar uzanarak Batı kültürünün her alanına nüfuz eden bu çok kullanımlı küfrün tarihini araştırıyor. Yönetmen Steve Anderson, aykırı gazeteci/yazar Hunter S. Thompson gibi birçok ünlü yazar, komedyen ve porno yıldızının yanı sıra sokaktaki insanlarla yapılan röportajlardan da yola çıkarak 'Siktir' kelimesinin bu denli bölücü bir etki yaratabilmesinin sebeplerini araştırıyor. Dolaysıyla Fuck, aslında sansür ve dil üzerinden yürütülen politik ve ahlâki savaşlara dair bir film. Dil tarihiyle ilgili birçok ufak cevher niteliğinde bilgiler içeren film, aynı zamanda çok da komik. Kült çizer Bill Plympton tarafından film için hazırlanan özel animasyon bölümleri ise işin cabası. Şimdiden kült film haline gelen Fuck'ı kaçırmayın, sadece başlığı nedeniyle de olsa sinema veya televizyonda görmeniz biraz zor. 2006 Philadelphia ödülü var...

Yönetmen:Steve Anderson
Animasyon: Billy Plympton
Ülke:Amerika


Tarih: 19.02.2007
Saat: 13:00
Salon: AFM Fitaş Beyoğlu 2

Tarih: 24.02.2007
Saat: 19:30
Salon: AFM Fitaş Beyoğlu 2

24 şubat'ta mutlaka bir şekilde izlemek istediğim bir film oldu bu özellikleriyle "siktir / fuck" benim için...

Perşembe, Ocak 11, 2007

Prison Break 2x6... yüz güldüren, öldüren, takdir ettiren.



DİKKAT.. bu yazıyı okumak için dizinin ikinci sezonunun 6. bölümünü izlemiş olmak gereklidir... yoksa spoiler kurbanı olabilirsiniz...

öncelikle şu düşünceyi benimsiyor, kabul ediyor, onun varlığı ile bu diziyi izliyorum...

-hangi düşünce neo?

2. sezondan önce "tamam sevdik ettik bu diziyi, şimdi kaçtılar hapisten, dışarda devam edecek, nasıl eski tadını verecek mi" şeklinde kaygılanıyordum.. yine de merakımı gideremiyordum..

2. sezonu izledikçe; tamam dar mekanın getirdiği psikolojik baskı çok lezizdi, yeri dolmaz ama... şimdi bu dizi yine hapiste geçseydi bu sefer de aynı tadın devamı klişe hissine neden olacaktı... yenilikçi gelmeyecekti ve kısa olmasının getirdiği bu hiç yok olmayacak keyfi ortadan kaldırabilecekti.. işte bu açıdan bakınca aslında bu karar çok yerinde. 1. sezon hep öyle kalacak ve yeni birşeyler izleyeceğiz..

bu düşünce cepte yani :)

işte bu bölümde az-çok bu ilk sezondaki "kapalı-alan" dürtmesini saygıyla andı Prison Break :) zaten iki zencinin birbirini, sonra bu iki-zenci'nin diğer ekibi bulması "heh ekip toplandı" tebessümünü yaşattı ama... dizinin kazı işlemi sırasında 1. sezonun kazı işleminin çok benzeri diyaloglarını, olaylarını yaşatması.. hatta o yetmiyormuş gibi T-Bag'in hatuna "ekip kuralları, biri mutlaka kontrol etmeli" demesiyle zaten ilk sezonda da t-bag'in hep dışarda kapıda duran, geleni gideni oyalayan kişi olmasını hatırlattı, yüzleri güldürdü... (bkz: bu yazının başlığı) :)

bu tarz olaylar; cepteki düşünceye rağmen "bizimkiler hep birarada olsun ve en az 4 duvar arasında kalsınlar" dedirtti bana dizide :)) öyle ya da böyle dizide bir yükseliş var. ki taş gibi bir karakterimizi kaybetmemize rağmen...

bu bölümden mimleyebileceğim unutulmaz karelerim hep T-Bag'den olacaktır. ona ait sahnelere ağırlık verince herifi iç gıcıklayıcı bir tadına doyumazlıkla izleyip kaldık. bu rol kesinlikle robert knepper* için yaratılmış. yada tam tersi robert knepper* bu rolü oynayabilmek için doğmuş. :) yürüyüşü, bakışı, sesi, dudağını ısırırken bir taraftan da dilini enteresan bir biçimde döndürüşüyle unutulmayacaktır. hatunla konuşurken yüzü şekilden şekile büründü, öldürdü bizi ekran başında.. (bkz: bu yazının başlığı) :)

ee tabi final yine "oha" dedirtti ve kaygılı düşüncelere neden oldu. aslında bir ara "maykıl'a alışmaktan" onun gibi düşünüp "maykıl ergen'e güvenmemiştir ve hemen bitecektir arkasında onu kurtaracaktır" diye tahmin etsem de öyle olmadı. daha beter oldu.. heralde mümkünatı yok kurtulmasının. inşallah ötmez..

diğer hoşuma giden şey ise dizide geçen internet adresi. hani maykıl'ın sucre'ye ilerde mesajlaşırız tüyosuyla verdiği internet adresi.* ben izlerken böyle bir site var mı yok mu diye merak edip anında diziyi durdurup kontrol ettim ve ilgili adresten* ulaşılan kuş sitesinin mesaj panosunda US Southwest Sighting??? başlıklı bölümde FISH 40 nicki dikkatimi çekti. hapse yeni girenlere verilen bir lâkap diye öğrendiğimiz Fish'i unutmak kolay değildi zaten.
neyse işte ama bu kullanıcının attığı mesajdan birşey çıkartamamıştım. mesaj aynen şöyle:

Bolshoi Booze 6/4
Bastimentos 7/4

kafama çok takıldı :) hırs ettim ama bişey bulamadım. yinede bu dizi + internet etkileşimine hayran kaldım... iyi kötü takdir-edilesi bir durum. (bkz: bu yazının başlığı) :)

dipnot: normalde dizi için amerika ile eşitim aslında (ki böyle bir dizi mümkün müdür geriden takip edilsin, bölümleri bekletilsin, izlemeden durulsun..) izleme açısından ama böyle yazıpta blog'a yollamadığım yazıları kontrol ederken, dizinin çoşkusunu hatırlayıp, kararsızlığımı "yollayayım mı yoksa yollamayayım mı" şeklinde bir bilek güreşine soktum ve "yollayayım" kazandı.. bu dizi olsun, başka diziler olsun böyle yayınlanma günü açısından "nostaljik" yazılarım olabilir ilerde, şimdiden hatırlatayım.. tabi bu tarihe kadar ödenmemiş faturanız yoksa bunu dikkate almayınız..

Çarşamba, Ocak 10, 2007

Masum adımlar / Innocent Steps...

Image Hosted by ImageShack.us

orjinal adı da Daenseo-ui sunjeong..

2005 yapımı kore filmi.
* romantik, drama ve komedi..

özellikle dans etmeyi, dans izlemeyi falan sevenlere tavsiye edebilirim. yoksa normal standartlarda bir film. kabaca; bir nedenden dolayı çin'den kore'ye gelen bir kız ile koreli gencin sahte evlilik sonrası, dans merkezli serüvenlerini anlatıyor film.. neşeli, sakin bir film. yine ağlayan çekik gözlü kızlar falan var. :) tabi film "bu çekik gözlüler aşkı çok güzel, masum yaşıyorlar yahu" dedirtiyor...