
kurban kanının kırmızısını simgeleyen bu şişeleri 2006-2007 geçiş sürecinde tüketmeyi düşünüyoruz.. fişleri çekilecek bu gece.. idam mangasını bekler gibi sıraya dizildiler. gözleri de kapalı.. [resmin büyük hali için >1tık<]





Evet.. sinema'da erimek.. koltuğa yapışmak.. çivilenmek...
bazı filmler vardır böyle. onlara film demek hafif kalır. beyaz perdede birşeyler gelip geçer. bir ışık kaynağı çarpar gözünüze. aslında o bir ateştir. perde ötesinde tüm haşmetiyle yanan bir ateş.. kavurucu bir alev. perdenin ötesinde muazzam bir ateş ve perdenin bu tarafında ise yanmak ve erimek eylemini gerçekleştirmekle mükellef izleyici. ve film boyunca o ateşi tamamen içine çeken ve o sıcaklıkla filmin jeneriğinde deli gibi alkış tutan iki izleyici.. gogobaba ve neo..
evet sevgili gogobaba herşeye rağmen beni kırmadı ve bu filmi izleme deneyimini benimle paylaştı. ve toplamda bakınca aslında ne kadar şanslı olduğumuzu anladı.. yağmur, çamur, akşam, gece demeden gittik.. sinema sıcak, yerimiz kötü, önümüzde kafa, koltuk rahatsız edici falan demeden, aldırmadan filmin içine girdik ve halen oralarda biryerde olduğumuzu düşünüyorum. film çok muhteşem.. aynen bu duyguları hissettirdi ve verisel anlamda bize "artı" değer olarak ağırlık kattı. yani bu filmin kazanımı ile varız şu an. filmden öncesi ve filmden sonrası çok farklı.
filmin adı ŞÖLEN... orjinali YE YAN.. hadi ingilizcesini de söyliyim THE BANQUET. 2006 yapımı Çin filmi.
filmin adı şölen... film zaten toplamda görsel, işitsel, hissel bir şölen. ayrıca bölümleri olarak "şölen içinde şölen" olarak alt kademelere sahip bir şölen..yönetmeni çok ünlü değil. hatta yönetmenimiz; yememiş içmemiş Kungfu Hustle (Gong fu) filminde Crocodile Gang Boss rolünde oynamış bir amca..
filmin adı şölen... orda burda söylemekten dilimde tüy bitti.. filmin kareografı Woo-ping Yuen.. yani "Fearless", "Danny the Dog", "Kung Fu Hustle", "Kill Bill", "Matrix" üçlemesi ve "Kaplan ve Ejderha" gibi filmlerin de koreografisini üstlenen Woo-ping Yuen". bunu öğrendiğimde... türünün "dram" olduğunu okuduğum "şölen" filminde.. olsa olsa dans tarzı sahnelerde etkisini göstermiştir diye düşünmüştüm ama filme girince ağzımın payını aldım. filmin aksiyon yönü de varmış ve oldukça etkileyici, dolu dolu.. ve bu amca etkilerini öyle güzel sergilemiş ki hayranlıkla izledik. bu adam resmen imza atıyor kendi yönünü hissettirdiği sahnelere. aynı anda bir çok film aklınızdan gelip geçiyor sahneler aktıkça. mesela bir kaç yerde kaplan ve ejderha, bir kaç yerde matrix'den kareografiler gördüm, keyiflendim, yerimde duramadım..
filmin adı şölen... bu film benim gözümde 2. bir hero* vakasıdır bundan böyle. kıyaslamayı sevmem normalde.. ki filmlerin hero'yu geçmek gibi bir kaygıları olması gerekmez ben sadece örnekleme adına söylemek istedim. hero klasında bir film. onun tadında. zaten müzikleri bile hero tarzındaydı. tahmin etmiştim ve tahminim doğru çıktı. filmin müziklerini zaten hero'nun, kaplan ve ejderha'nın müziklerini de yapan "Tan Dun" bestelemiş. hemen kulağıma tanıdık gelmişti..
filmin adı "şölen".. kendisi gibi... çok şiirsel mükemmel bir eser. sahneler, mısra mısra akıp geçiyor ekrandan. dramatikliği çok iyiydi. filme hamlet'e uzakdoğu bakışı diyebiliriz rahatça. kostümler, çevre görüntüleri, tasarımlar, silahlar, evler, binalar, saray falan muhteşemdi. bir filmde kusurlu bir taraf olmaz mı yahu. herşey bu kadar mı dört dörtlük olur. çok özenmişler.. tüm sinema soluksuz ve kıpırdamadan izledi filmi. zaten sinemada böyle bir filmi izlemek çok nadir kısmet olur. zor yani çok zor.. o kadar sık film izlerim, o kadar çok farklı türe ait film izlerim ama ne olursa olsun uzakdoğu filmleri kadar içime işleyen, beni etkileyen filmler görmedim. aksiyonu çok yerinde idi. zaten aslında dram ama, konu gereği giren aksiyonlar hiç sırıtmıyor, hero gibi muhteşem bir etki bırakıyordu. ki dövüşçülerin kostümleri falan aşmıştı zaten. bence bu yerinde olmuş. çünkü hamlet-vari bir konuya göre su gibi akan diyalogsal yapısına uygun kostümler gerekirdi. daha aşağısı kurtarmazdı. kraliçesinden, ninja-vari dövüşçülerine, askerlerinden saray içi hizmetkarlarına kadar herşey kusursuzdu, baş döndürücü idi.
filmin adı şölen... oyunculuklar çok yerindeydi. ziyi zhang*** zaten artık büyük adımlarını atmaya başladı. her halinden belli.. hatta o kadar güzel bir rol çıkartığını gördük ki artık karakterinden gereği öyle anlar geldi ve kendisine nefretlerimizi ilettik. tabi bu iyi oyunculuğundan kaynaklanan bir durum. sonuçta o halen en büyük gözdemiz :) filmdeki aşk da çok iyiydi. ağlatan cinsten...
(keşke) vizyona girse (gerçi vizyona bunu da fransızca dublajla falan sokarlar utanmadan...) hemen bir daha gidilesi, dvd'si çıksa hemen alınası, müzik albümü için Tan Dun'un peşine düşüp eli öpülesi, elde edip çevirip çevirip dinlenesi bir film "şölen"... sinemada şiir nasıl olur, yoğun edebiyat nasıl işlenir sorusuna verilecek doğru cevabın şıkkıdır "şölen"...
"karanlığı taramak" diyordum bunu izleyene kadar ama filmekimi'nin incisi "şölen"dir. sonraki şanslı ise "karanlığı taramak"... ikisi bu yıl izlediğim en etkileyici filmlerdendir. tıpkı "vendetta" gibi..





Selam arkadaşlar,


hehe ajan'ımızı gördük ya etkilendik haliyle o yüzden böyle "ayrıntılı inceleme" gibi iddialı başlıklar açabiliyoruz.. tabi bu demek değil incelemeyeceğiz.. mümkünse atlamadığım herşeyden bahsetmek istiyorum, ilişmeyin, bu prison break'sızlık benimdi.. bitti..
gelelim çoşkuya..
düşünüyorum da bulamıyorum ben arkadaş... bir başka dizi... şu dakikalarda beni... uykunun rüya görmemiz gerektirdiği rem bölümününe inat bir dirençle ekran başında tutsun, tutsun hatta tekrar izlesem mi diye düşündürtsün.. 1. sezonda da böyle olmuştu. hayatımda ilk kez bir dizinin 5 bölümünü gecenin köründe tek seferde izlemiştim. bu yüzden çok ayrı bir yerde duracak galiba P.B. benim için. P.B. diye kısalttım ama şimdi bakınca hoşuma gitmedi bu çaba hiç kasmam çatır çatır yazarım üşenmeden Prison Break diye çünkü bunu yazmak bile çok keyifli bir şey :))
dizi başladı, biraz izledik ve jenerik girdiğinde psikopatça sırıttığımı farkettim. Prison Break "kadar"... aynı anda adrenalinin tepeye vurmasına ve paçadan sarkmasına neden olarak izlediğim başka bir dizi hatırlamıyorum. bir 24 var işte abisi.. bir de bu işi daha ağırdan alan Lost.. zaten Lost kabızsa, Prison Break ishaldir gözümde..
zaman zaman düşünüyordum, "tamam sevdik ettik bu diziyi, şimdi kaçtılar, hapisten dışarda devam edecek falan, nasıl eski tadını verecek mi" şeklinde.. kaygılanıyordum.. yine de merakımı gideremiyordum.. ne olursa olsun izleyecektim ama bu bölümden sonra şunu farkettim ki... tamam dar mekanın getirdiği psikolojik baskı çok lezizdi, yeri dolmaz ama... şimdi bu dizi yine hapiste geçseydi bu sefer de aynı tadın devamı klişe hissine neden olacaktı... yenilikçi gelmeyecekti ve kısa olmasının getirdiği bu hiç yok olmayacak keyfi ortadan kaldırabilecekti.. işte bu açıdan bakınca aslında bu karar çok yerinde. 1. sezon hep öyle kalacak ve yeni birşeyler izleyeceğiz.. sizi şimdi bu yeniliklerden, farklardan ve ayrıntılarından bahsedeceğimiz ikinci sezon birinci bölüm içerikli paragrafımıza alalım... tabi spoilerin başlayacağı nokta burası olduğundan buraya kadar yoldaşlık ettiğimiz izlememiş arkadaşlara hoşçakalın diyelim... :)
- SPOILERin başladığı yerdir burası -
elimizde ne var ?...
süper bir devlet ajanı var. kendisini daha önce INVASION* isimli dizide şerif Tom Underlay* olarak izledik, benimsedik.. diye mi bilmiyorum ama bu güne kadar bir Ajan Smith vardı gözümdeki klas ajan kalıbıyla, şimdi bir de bu amca var artık.. yeniliktir bu. ilk sezonda en akıllı varlık Scofield idi.. şimdi bu ikiye yükseldi. en az maykıl kadar çakal bir adam var karşımızda.. maykıl'ın 1. sezondaki aşmış planlarını şimdi de bu amcanın gözüyle izlemiş oluyoruz, bıkmıyoruz..
maykıl için "maykıl aynı maykıl" diyebiliyoruz gönül rahatlığı ile.. herif aşmış akıllı, kararlı.. "abruzzi'nin jeti plan A'ydı.. o zaman bizde ihtiyacımız olan herşey var." demek nedir ya.. nasıl bir psikopatlıklık böyle... adamın dövmeleri bile devamlılığını koruyor. onların sadece hapishaneden kaçış için olmadığını öğrendik, sevindik...
bu arada özlemişiz herkesi... t-beg'in doktora yaptığı yüz hareketi tam onun tarzındaydı.. manyak herif işte. bellick ise nasıl koşuyordu trene doğru ama :))
ve dramatik final... şu veronica'ya sana insan diyenin şeklinde seslenesim geliyor ama artık bunu duyabileceğini bile sanmıyorum. o kadar kastır, koştur, takdiri topla ama bu denyoluğu yapma lütfen ya.. bu kadar komplolu bir merkezde "telefon" kadar basit bir ayrıntıyı atlarlar mı sanıyordun... dizinin çoşkusu yetmiyormuş gibi böyle üzücü bir bölüm, bu nasıl bir acımasızlıklır tepkisi yaratıyor ve bir başkana rağmen o koruma herifin o gevrek sırıtışı falan adama "o binayı ne yapar-ederim yerle bir ederim" dedirtiyor...
Prison Break çok sıkı başladı.. kavuştuk.. mutluyuz...
korkunç bir film serisinin 4. ve son halkasını da izlemiş olduk sonunda..

ilk önce ve belki de sadece söylenmesi gereken şey adamın hayalgücünün derinliği. ayakta alkışlanır cinsten.. konuşan bir ateş parçası ve ölmemek için kendine sağdan soldan odun alıp atması ve odunun üstüne sarılması nasıl bir hayalgücüdür hayran kaldım.. ayrıca bi sahnede yaşlı büyücünün yorgunluk sonrası sandalyeye bir koşuşu varki. oturup "ohhhhhhhh dünya varmış be" edasındaki tavrını izlemek sanki o değilde biz yorulmuşuz da oturup oh çekmişiz gibi geldi. çok inandırıcı ve sinema koltuğuna biraz daha yaslanmanıza neden olacak kadar süperdi..
koltuktan aslında bunların pek inandırıcı gelmediği bir dünyada yürümeye devam ediyoruz. işte bu noktada "eee nereye kadar bu ilizyon" diyip filme küsebiliriz. bizi kandırdığı için, oyaladığı için ve üzdüğü için...
merhabalar sevgili kusmuk okuyucuları. bu gün yine dönüm noktası olabilecek bir karar ile karşınızdayım. buraya genelde hep sinema ve dizi ile ilgili yazılar yazdım. belki de tek sayılabilecek en büyük hobim olan sıkı bir sinema seyircisi yönümün dışa vurumuydu bunlar. ama kusmuk ?!* başlıklı yazıya bakarsak sinemadan daha çok şeyin mevzu bahis olacağı sezilmiş olabilir.. evet, sinemaya takip etmek manyak bir keyif ama nereye kadar ?!.. biz sinema seyircileri sürekli film mi izliyoruz. ya da küçükken annemiz bizi boş bir cami avlusu bulamayınca bir sinemanın önüne mi bıraktı ki sürekli sinema konuşalım?.. tamam ben yine fırsat buldukça sinema gözlemlerimi paylaşacağım ama biraz da artık bizim sinemamızdan yani senaryosunu yer yer beğenmediğimiz, deneyimlediğimiz hayattan bahsetmek lazım. bir çok filme taş çıkartırcasına ne enteresanlıklar oluyor çünkü bu filmde. üstelik başrolde de bizler varız..
"ağlamakla, inlemekle ömrüm gelip geçiyor. devası yok, garip gönlüm günden güne, ah, eriyor."
türk sineması içinde "beyefendi" diye sayabileceğimiz bir film.. filmin içindeki dünyada (hemen sevinmeyin orası malesef türkiye) yaşayan insanlar arasından "beyefendiliği" ile sıyrılabilecek olan ve günümüzde pek eşi benzeri olmayan ütopik Muhsin Bey karakteri. onun beyefendi duruşu filmin kendisine de sinmiş. bir insan çiçekleri sularken bile bu kadar zarif olabilir mi yahu.. zaten filmin genel havasını da en iyi anlatan sahne filmin sonlarına doğru hapisten çıktığında eski evine gelip ölü çiçekleriyle konuştuğu anlara aittir..
yoksa Yavuz Turgul geleceği mi hissetti gördü ve kamerasına yansıttı.. galiba öyle oldu. bunu da filmde; yıllar sonra eşkıya'da yine bir çatı üzerinde rastlayacak olan şener şen ve uğur yücel'in sahnesiyle seyircinin gözüne gözüne soktu. muhsin bey'in intiharın eşiğindeki ali nazik'e "bunu başaracağız.. ben bir adım geri geleceğim, sen bir adım ileri.." sözleri ile mimledi. notasıyla, sülfajıyla, şusuyla busuyla gerçek türk müziği bir adım geri geldi ve ali nazik'lerin lahmacun müziği bir adım ileri atladı...
yoksa gözler pierce brosnan'ı* görmeden kavramak zor yani.. ee alıştık bir kere adama. "ayırdılar bizi ondan olacak iş mi" derken yeni bond'umuz yani Daniel Craig* amca beliriyor M karakterine inceden bir ayar verirken..
magneto'dan özel olarak bahsetmem gerekiyor. resmen yükselişe geçti amcamız.. zaten o rolde başka bir insan düşünemeyeceğim gibi mimikleri dahil bu kadar mı oturaklı olur.. onun mutant özelliği zaten holywood açısından çok "ballı kaymak" konumda olduğundan özellikle otoyol sahnesi zirvede olmak üzere tek kelimeyle taptık.. adamları için yaptığı şeyler (otoyol sahnesi) alkışlanır.. artı köprüdeki araba içindeki kadının davranışı sonrası magneto'nun bakışını kaç kişi unutabilir :) ayrıca "karton kötü" olmaması da çok güzel. hatırlarsınız pyro ile dolaşırken pyro'nun "bıraksaydın prof. x'i öldürürdüm" sözü üzere bile "dur bi dakika dur, onun mutantlar için yaptıklarını hayal bile edemezsin" tarzındaki sözleri ile... sonra phoenix kaçınca onu evinden almaya giderken prof. X ile yaptığı sohbet, tavırları falan hep birbirine herşeye rağmen saygı duyan iki eski inatçı kurt şeklindeydi.. magneto'ya hiç bir şekilde öfke duyamıyorsunuz.. davasında kendince haklı bir ağır abi kendisi. işte bu yüzden finalde kıpraşan satranç taşını görünce çok sevindim..
ve mystique.. filme gitme nedenlerimin başında olan karakter. ve onu canlandıran oyuncunun da büyülü güzelliği.. zaten kendisinin femme fatale'de de izleyip sevdiğimiz bir kişi olduğunu öğrenince çok sevinmiştim zamanında. onun insana dönüştüğü sahne unutulmaz karelere girecektir haliyle :) (bkz: benim bittiğim an o andır) etkileyici güzellik.. kısa ve öz karakter.. bir içim su..
özlediğimize, beklediğimize değdi bu film. fazla bir beklenti içine girmeden... görevimiz tehlike'nin ne vereceğini bilerek gidip izledim ve sonuçtan memnunum. vaadettiği eğlence ve aksiyonu eski filmlere göre daha gerçekçi olarak yerine getiriyor. süresi boyunca eğlendiriyor.. doyuruyor. daha ne olsun.. tabi diğer iki filmden kendini ayıran çok güzel bir yönü var. "göndermeler zinciri".. buna geleceğiz en sonunda..